iddaa sistem nedir | iddaa sistem hesaplama

iddia sistem nedir

iddia sistem nedir - win

Şanş Faktörü ve Hayatın Prime Timeları (Lord'un yazısı , crosspost yapıcaktım ama olmuyormuş)

Benim hayatım olamamışlıklar üzerine kurulu ve derin derin düşünüyorum, her şeyin kökenine inmeye çalışıyorum. İçinde bulunduğum durumun yüzde kaçından ben mesulum diye. Ne kadar garip değil mi? Varlığımızdan bile kendimiz mesul değilken, birileri "her şey sizin elinizde" diye maval okuyor. Evet sanatsal bir ruhum vardır, gerçek dışılığın sanatsallığını severim, lakin hayatta böyle gerçek dışı savlara inanacak bi yapım olsaydı zaten dindar olurdum. Her şey bizim elimizdeymișmiș. Değil. Hatta daha da kötüsü, hiçbir şey bizim elimizde değil. Bizim elimizde olan en ufak şey bile yok. Hepimiz, birbirimiz olma ihtimalleri arasında rastgele savrulup evrenin tombalasında gözünü açtığı gibi "ben" demiş ve etrafındakileri benimsemek durumunda bırakılmış yaratıklarız. Ben demek, dünyanın en küstah yanılsaması. Belki de Tanrı'nın espri anlayışı. Çünkü Bilge Kağan'ın 1500 yıl önce Göktürk kitabelerine kazınmış sözü gibi; "Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu ölmek için türemiş." Kendi varlığını kendisi seçmemiș, kendisini kendisi yaratmamıș hiçbir şey aslında benlik değildir. Ama elbette tabiatın bir oyunu var, bir sistemi var ve bunun içinde hayata odaklanıp her şeyin başını unutarak yaşıyoruz, ki yaşayabilmemiz için her şeyin başındaki noktayı unutmamız şart zaten. Adeta düşünmemiz yasaklanmış o bölgeyi. Çözümsüzlükler silsilesinden başka bir şey değil.
Her neyse sonuç olarak bir ben var bundan dolayı ve nerden geldiğimi nereye gideceğimi bilmediğim bu diyarda yüreğim kara deliklerden bile daha boş. Kendimi buraya ait hissetmiyorum. Kendimi "yaşama" ait hissetmiyorum bi kere. Çünkü ben kazananlar safında değilim. Ben kaybedenler tarafındayım. En azından bu şu an böyle. Ve kaybedenler safında yer alanlar zaten yaşamazlar. Yalnızca yüreklerinde bitmek bilmeyen bir ağırlıkla nefes alırlar. Nefes almak, biyolojik olarak yaşamaktır evet. Ama biyolojik olarak yaşayan herkes gerçekten yaşamaz. Kaybedenler ve kazananlarla döner bu çark. Ben bunları yazarken, birisi dünyanın en güzel hatununu siker, birisi dünyanın en büyük ticaret sözleşmesine imzasını basar, birisi dünyanın en büyük konserini verir, birisi insanların hayatlarını değiştirecek bir karar verir. Yani şu an, hiçliğin doruklarında, hayata karşı yenilmiş ve yerlerde sürünenler olarak, kaybedenler olarak, siz nelere gereksinim duyuyorsanız, sizin gereksindikleriniz başkalarının ritüel bir hayat standardı olmuş ve daha fazlası için koşturuyor. E zaten kaybedenin koşacak ne mecali ne ayağı kalmış, ne ateşi ne de ruhu. Yani kaybedenlerin cebine kuruş zor bela girerken, birileri daha fazla milyon dolar daha fazla milyar dolar kazanmanın, daha fazla kendisini gerçekleştirmenin, daha fazla üretmenin peşindeler. O insanlar 'yaşıyor'lar, kaybedenler ise o insanlar bir mekana gittiğinde oradaki bir garson, o insanların yakıtını dolduran bir benzinci, o insanların pisliğini temizleyen bir hizmetçi, veyahut intihar eşiğinde kazananların daha çok kazanmasına yarayan ilaçlara para vererek hayata tutunmaya çalışıyor, kazanan daha çok kazanıyor, kaybeden daha da dibe gömülüyor. Velhasıl kelam çark böyle dönüyor. Yükselmek için kaybedenlerin geçtiği yollardan geçen, buna dayanan, direnen insanlar da mevcut tabiki de.
Evren bu düzeni herkese rastgele dağıtmış. Herkese fıtratını da öyle. Birileri bi plan yapar, birileri o planı bozar, dünya bir meydan, herkes yenișmeye çalışır. İmparatorlar, fatihler, alimler, tarih adlarını duyduğumuz büyük insanlarla dolu, ve İmparatorların sınırlarını çizmek için canlarını veren isimsizlerle. Bir kralın oğlu olarak doğduğunuzda, büyük bir şansla ve sorumlulukla doğarsınız. Kazananlar dertsiz değil elbet, ama kazananların derdi farklı. Kaybedenler ekmek peşinde, su peşinde, karşı cins peşinde, barınak peşinde, biyolojik olarak yaşamanın peşinde olur olsa olsa. Aklından daha fazlasını geçirse bile, bir insan nasıl uçmayı hayal edebilir fakat aynı zamanda da asla uçamaz ise, kaybedenin hayalleri de aynı böyledir, edebilir ama yapamaz. Hayal ettiklerinden ne kadar uzaksan o kadar 0 noktasının altındasın demektir.
Kim bana kralın oğlu ile bir çiftçinin oğlunun kendi hayatlarını kendilerinin seçtiğini iddia edebilir? Hangi "her şey elinizde" diye maval okuyan, bana o çiftçinin isterse kral olabileceğini söyleyebilir? Birinin sadece doğmasıyla ayaklarına serilmiş, ötekisinin de böyle bir şey yapması imkansız keza yapmaya kalkıștı diyelim daha önce kendisine adam akıllı bir zırh yapması için bilmem kaç yıl çalışması, adam toplamak için gecesini gündüzüne katması gerekirdi, ki zaten bir soylu olmadığı için bu imkansız olurdu. Evet tarihte bazı istisnai figürler var. Bunlar ders alınacak kişiler. Sultan Baybars, kölelikten yükseldi, ama şu bir gerçek, yapması imkansız değildi, sadece çok zordu. Ama imkansız değildi. Yükselmesine olanak veren bir sistem vardı. Spartacus, yükselmesinin mümkün olmadığı bir zamanda bunu deneyerek yine örnek olabilecek bir davranış sergiledi. Fakat kazananlar, mancınıklarıyla, çocukluktan beri eğitim alan ağır zırhlı lejyonlarıyla Spartacus ve kendisine katılan onbinlerce köleyi kılıçtan geçirip yok etti ve hadlerini bildirdi.
Başlangıçtaki şans faktörüne değindik, peki, inişler çıkışlar? Bunları ne belirliyor? Nedir mesela Sultan Baybars'ı hayatının bir zamanları esir olarak Moğollardan Bizans'a, ordan da Memlüklere satılan bir köle yapan ama sonradan da onu kral yapan neydi? Cengiz Han'ı bir zamanlar düşman göçebe boyunun esiri yapan, sonradan tecavüze uğrayacak olan karısını bile koruyamayacak kadar güçsüz yapan, ama sonra onu tarihin gelmiş geçmiş en büyük imparatoru yapan neydi? Nikola Tesla'yı hayatının bir döneminde inşaatta çalıştıran ama sonra dünyanın en büyük mucidi yapan neydi? Adolf Hitler'e Viyana'nın sokaklarında karın tokluğuna boyacılık, sıvacılık, amelelik yaptıran ama sonra onu İkinci Dünya Savaşı'na en güçlü devlet olarak giren bir ülkenin lideri yapan neydi? Cevap yine aynı. Şans.
Bu insanların azmi de, hırsı da, kendi içlerindeki denk geldiği doğuştan ve çevresel özelliklerle bütünleşiyor. O çok korkulan adamlar bir zamanlar esirdi, köleydi, o saygıyla önünde eğilinen adamlar bir zamanlar ameleydi. Nasıl oluyor da birden büyüyorlar? Veya tam tersi? Hepsinin derinine baktığımda gözüme çarpan en büyük faktörün şans olduğunu görüyorum. Kaldı ki daha derinine indiğimde en büyük demeye bile lüzum kalmıyor, çünkü tek nedeni şans.
Uzun zamandır kendimi hırpalıyorum. İçinde bulunduğum durumdan kendi çabalarımla kurtulamıyorum. Tıpkı Sultan Baybars'ın, Cengiz Han'ın esir olduğu zaman kurtulamadığı gibi, tıpkı Hitler'in hapiste yatarken kurtulamadığı gibi, tıpkı Mussolini'nin İtalya'dan kaçmak zorunda kalıp, İsviçre'de bi parkta evsiz ve aç olarak uyuduğu zaman, o durumun içinden kurtulamadığı gibi ben de şu an bulunduğum durumun içinden kurtulamıyorum.
Bundan 4 yıl önce, Türkiye'nin sosyal medyadaki en yüksek erişimli sayfasını yönetiyordum. Etrafımda bir sürü insan vardı. Şimdi ise o popülaritemden ve o kitle gücümden çok uzakta, çok aşağıda bir yerdeyim. Derdim sadece bu olsa sadece keşke, daha neler neler var, sevgilimden sevdiğim işe kadar, sahip olduğum birçok şeyi kaybetmiş biriyim. Üstelik şimdi bir de bunları yeniden yapabilme imkanlarımı da kaybetmiş bjriyim. Başta özgürlüğümü kaybetmiş biriyim. Bi sene hapiste yattıktan sonra ve orda o kadar süredir inanılmaz zor zamanlar geçirmiş olmama rağmen, hapisten kaçtım ama hala o zor zamanlar bitmedi. Aylardır ülkeden gitmeye çabaladım olmadı. Ben çocukken babamın elinde milyonlar vardı, zaten kendisinin şu an öyle bi ekonomik durumu da yok, kendisiyle yıllardır da görüşmüyoruz, şimdiyse aylardır toplu olarak 10 bin lira bulamadığım için ülkeden çıkamadım. Sesimi alenen duyuramıyorum tekrar hapsedilmek istemiyorum diye. Bir göz odada, herkesten, her şeyden uzakta inanılmaz ağır bir yükün altında eziliyorum. İki ucu, hatta her tarafı boklu değnek bi durumun içindeyim. Parçalanmış bir ailenin tek çocuğu, hayatta kazanmaya yeltenmiș ama şimdi kaybeden safında yer alan biri olarak bundan sonra ne olacağını bilmiyorum. Hevesim, tutkum, ateşim, hırsım, hepsinin zayıfladığını görüyorum. Tembelliğin ve yılmışlığın pençesinde bir kaybeden olarak bekliyorum. Çünkü elim kolum bağlı. İçten içe bir gün kazanacağım umuduyla bekliyorum. Ama her şey olabilir. Her şey.
İşte hayat bu. Şu an bunu değiştiremiyorum. Şu an bunu değiştirecek gücüm yok. Elim kolum bağlanmış durumda. Deneyebileceğim nerdeyse her şeyi denedim, denemediklerim varsa da bu fıtratımın böyle oluşunun ve de o yöntemleri bilmiyor oluşumun şanssızlığı zaten. Bunları denemek zorunda oluşum da doğduğum ülkenin şanssızlığı, doğduğum ailenin şanssızlığı. Eğer buraya kendi kendimi sürüklediysem, bu benim karar mekanizmamı yaratan olguların, zihnimden bedenime kadar bu şekilde şekillenișinin şanssızlığı olurdu. Hepimiz bu faktörün sirkülasyonunda uçuşan cisimleriz.
Ama işte yukarda saydıklarım gibi, hayatın prime time'ları var, yani çıkış zamanları. The Rasmus'un patlayan ve zamanında dünyanın her yerinde çalınan şarkısında söyle bir söz geçiyor: "I've been waiting in the shadows for my time" yani "Gölgelerde zamanımın gelmesini bekliyordum" diyor.
İşte ben de gölgelerdeyim şimdi, zamanımın gelmesini bekliyorum. Beklemek çok ağır. Ruhumu yaralıyor. Beni eziyor. Aşağılıyor. Her gün ama her gün güçsüz olduğumu, çaresiz olduğumu, beklemekten başka hiçbir şey yapmama olanak olmayan bir durumda olduğumu hatırlatıyor.
26 yaşındayım ve kaybedenler safında yeterince yer aldım. Dileğim yaşamak ve kendimi gerçekleştirmek. Yeterince ölü olarak yaşadım. Biraz gerçekten yaşamak ve hayal ettiklerimi yapmak istiyorum.
Hepimizin vardır böyle dilekleri. Eğer siz de kaybedenler safındaysanız, size söyleyebileceğim tek bir şey var: İyi şanslar!
Ben Furkan Topal. Bana denk gelen isim bu. Varlığımı kasteden iki sözcük bu. İsmimi, bu yazımı çok beğendiğim için, birileri bir yerde paylaşırsa diye kibrimden ve bilinmek istediğimden yazıyorum.
submitted by aksakall to KGBTR [link] [comments]

Kafka'nın Şato'su: Bürokratik Despotizm, Gönüllü Kölelik ve Çözümsüz Çelişkiler

Kafka'nın Şato'su: Bürokratik Despotizm, Gönüllü Kölelik ve Çözümsüz Çelişkiler
https://preview.redd.it/kvgytfd1m5f61.jpg?width=180&format=pjpg&auto=webp&s=0dc897cc9fc737509feec41b0a277a591f03d307
“Cehennem bu dünyadaki yaşamdır!..”
Das Schloss, Kafka tamamlanmamış bütün romanları gibi, tuhaf ve muammalı bir edebi belgedir, şaşkınlık uyandırır; çeşitli, çelişik ve uyumsuz yorumlara esin kaynağı olmuştur. Dava gibi bu eser de dinsel ve teolojik çok sayıda okumanın konusu olmuştur. Bu eserin dinsel boyutuna dair en etkin “pozitif” okuma Max Brod’unkidir.
Brod, Şato’nun birinci baskısına ünlü önsözünde (1934) şunu yazmakta tereddüt göstermez: “Kafka’nın girme hakkını elde edemediği, hatta gerektiği gibi yaklaşamadığı bu ‘Şato’, tamı tamına teologların verdiği anlamda ‘Lütuf’tur, insanların yazgılarını yöneten Tanrı idaresidir (“Köy”)… Dava ve Şato, Kabala’ya göre Tanrısallığın kendini bize sunduğu iki biçimi –Adalet ve Lütuf– göstermektedir.” Şato’daki yüksek şahsiyetleri son derece tiksindirici bir açıdan ortaya koyan roman bölümleri bile (Sortini’nin Amalia’ya müstehcen mektubu) Brod tarafından “ahlakın kategorileri ile dinin kategorilerinin çakışmadığı”nın kanıtı olarak yorumlanmıştır. Walter Benjamin tarafından savunulamaz olarak nitelenen ve eleştirmenlerin de giderek bir kenara attıkları böyle bir okuma şifresinin kabaca uygunsuzluğu üzerinde durmaya bile gerek yoktur.
Brod’un arzu ettiği gibi Lütuf sembolü olarak görülmekle alakası olmayan Şato, daha ziyade cehennemi bir mantığın ürünü olabilir. Erich Heller, Kafka’da hem bir mutlak özgürlük düşünün, hem de korkunç kölelik bilgisinin bulunduğunu haklı olarak gözlemlemektedir: Bu çözümsüz çelişkiden, “imandan geriye kalan tek şey” olan “lanetlenme inancı” doğar. Bununla birlikte Heller Kafka’nın eserinde bilinirci bir Manicilik saptanabileceğine, romandaki Şato’nun “bilinirci iblisler kumpanyasının son derece tahkimli garnizonu” gibi bir şey olduğuna inanırken haksızdır.
Kafka’nın bilinirci doktrinlerin bir yandaşı olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur ve bu tür yorum –Kabala’ya gönderme yapan yorum gibi– metnin oldukça dışında ve (Kafka’nın mektuplaşmalarından, günlüğünden vs. anlaşıldığı kadarıyla) yazarın bilgileri ya da kaygılarıyla ilişkisiz, alegorik, mistik ve ezoterik bir okumayı gerektirir. Kafka’nın dinselliği, sembolik figürlerden oluşan okült bir sistemden ziyade, belli bir Stimmung içinde, tinsel bir atmosfer, bir dünya duygusu ve modern insan durumu içinde kendini gösterir.
Günther Anders’in gayet doğru bir şekilde yazdığı gibi, “Kafka ne bir alegoriler manipülatörüdür ne bir sembolist.” Bununla birlikte, Anders eseri ve özellikle Şato’yu bilinirci yorumlama eğilimine direnemez. En olağanüstü basiret gücünü engin yanlış anlamalarla karıştıran Anders’in okuması, yazarın dinsel fikirlerini şu şekilde yorumlamaya çabalar: “Aslında, Kafka’da kuvvet bulan şey Marcioncu bir fikirdir; buna göre yaratan Tanrı bir ‘demiurgos’tur, dolayısıyla ‘kötü’dür –daha şaşırtıcı paralellik, Marcion’da bu yaratan Tanrı (Sevgi Tanrı’sının tersine), aynı zamanda ‘Kanunun, Eski Ahit’in Tanrı’sıdır. Kafka’da da tanrısal merci, Kanun ve ‘kötülük’ birbirine karışır.” Ama Şato’daki görevlilerin “kötülüğü”nde “tanrısal bir merci”yle ya da Eski Ahit’in Kanunuyla bir ilişki olduğuna dair romanda hiçbir şey yoktur. Marcioncu doktrinlerin, uzaktan ya da yakından, Kafka’nın tinsel kaygılarının parçası gözükmemesinden söz etmeye bile değmez.
Boyun Eğmeyen Hayalperest: Kafka inançlı biri miydi? – Michael Löwy
Martin Buber de “bilinirci iblisler”den söz etmektedir, ama Şato’yu, kefaretin yokluğundan ıstırap çeken (unerlöstheit der Welt) cehennemi bir dünya olarak tanımladığında dinsel evrene daha yakın durur. Gerçekten de Kafka, “cehennem bu dünyadaki yaşamdır” şeklindeki Strindberg’in inancını (Walter Benjamin’de de buna rastlanır) paylaşıyor gözükmektedir. Zürau aforizmalarından birinde şunu yazar: “Burada olduğundan daha fazla şeytansılık yoktur.” Bizi Mesih özlemine yönelten şey özellikle dünyaya bu tasalı bakıştır. Bu paradoksal diyalektiği Adorno’dan daha iyi algılamış kimse yoktur: Ona göre, Şato’da (ve Dava’da) bizim varoluşumuz “kefaretin bakış açısından cehennem” olarak sunulmuştur; “dünyanın çatlaklarını cehennemi bir yalazın içinde ortaya çıkartan” bir ışıkla aydınlanmıştır.
Bu düşkün dünyada, yalanın karşısına hakikati çıkarma yönündeki –K.’nınki gibi– tek tek her teşebbüs yenilgiye mahkûmdur. Kafka’ya göre, “bir yalan dünyasında yalan kendi zıddıyla bile ortadan kaldırılamaz, onu ancak bir hakikat dünyası yok edebilir.” Başka deyişle, mevcut dünyanın ortadan kaldırılması ve yerine yeni bir dünyanın konulması yoluyla. Dolayısıyla, cehennem metaforu da romanın Stimmung’unu gerçekten açıklamamaktadır: Şato’nun ortamında beşinci çembere patetik iniş diye bir şey yoktur; daha ziyade yalın ve ironiktir. Roman Teorisi’ndeki Lukács’ın ifadesi buna uygulanabilir: “Yazarın ironisi Tanrı’sız dönemlerin negatif mistiğidir.”
Bilindiği gibi, romanın mimarisi üç temel figür etrafında inşa edilmiştir: Şato, köy ve kadastrocu K. Birincisinden başlarsak, bu mitsel şato, yakından bakıldığında, “görünüşte hepsi taştan köy evlerin”den oluşan “oldukça yürekler acısı küçük bir kasaba” olarak görülür. Teolojik, sembolik ve alegorik yorum seli karşısında, belki de biraz daha fazla ihtiyatlı olmak gerekecektir: Peki ya Şato başka bir şeyin simgesi değil de yalnızca bir şato’ysa, yani dünyevi ve insani bir iktidarın merkeziyse? Böyle bir okumada bu “Şato”, “köy”ün belirttiği halkın karşısında iktidarı, otoriteyi, devleti temsil eder. Kaba davranışlı bürokratlardan oluşan bir makine aracılığıyla köyü yöneten, uzak ve keyfi iktidar açıklanamaz ve kesinlikle anlamdan yoksundur. Binanın kendisi –idari aygıtın zirvesindeki merkez– erişilmez ve nüfuz edilmezdir; Schloss teriminin Almanca etimolojisinin belirttiği gibi kapatmadır.
Bu iktidar, genellikle sanıldığı gibi, Avusturya-Macaristan monarşisi gibi arkaik bir despotizmin iktidarı değildir. Kafka’yı ilgilendiren şey, geleneksel ve kişisel otorite figürü değildir: Kont Westwest romanda önemsiz bir kişiliktir. Onun sorguladığı şey (anarşistler gibi), daha ziyade, bürokratik, hiyerarşik ve kişisiz, otoriter ve yabancılaşmış aygıtıyla birlikte modern devletin despotik temelleridir. Ve bunu gözde silahıyla yapar: ironi. Daha doğrusu, gerçeküstücülerin anladığı anlamda, bu tamamlanmamış eserin temel bir boyutu olan kara mizahla.
İktidarın idari sistemi nasıl işlemektedir? Kusursuz ve yanılmaz olduğunu ileri süren bir yapı söz konusudur: “Bizim idari örgütlenmemiz çatlaksızdır (lückenlos)”, der memur Bürgel. Aynı ölçüde de irasyoneldir… Beşinci bölümde Kafka, bürokratik evrenin ve K.’nın “gülünç karışıklık” (lächerliche Gewirre) olarak nitelediği –ama bireylerin yaşamına karar veren bir karışıklık– bu “resmi” kargaşanın trajikomik bir parodisini çizer. Bu sistemin içsel, değirmi ve boş mantığı, belediye başkanının bir cümlesinde ortaya çıkar: “Yalnızca kusursuz bir yabancı sizinki gibi bir soru sorabilir. Teftiş hizmetleri var mı? Yalnızca bu var zaten. Kuşkusuz ki, sözcüğün kaba anlamında hataları araştırmakla görevli değiller, çünkü asla hata noktasına varmaz, sizin durumunuzda olduğu gibi bir hata ortaya çıksa bile, bunun bir hata olduğunu kim kesin olarak söyleyebilir ki?” Belediye başkanı bürokratik makinenin bütününün yalnızca birbirlerini denetleyen denetim sistemlerinden oluştuğunu ileri sürer. Ama denetleyecek hiçbir şey olmadığını hemen ekler, çünkü gerçek hata yoktur. Her cümle bir öncekini inkâr eder ve nihai sonuç “idari” anlamsızlıktır. Kafka’nın ironik ve berrak bakışı, onu acımasızca “parçalayan” bürokratik söyleme aşina bir gözlemcinin bakışıdır.
Bu sırada, arka planda, bir şey yavaş yavaş büyür, sınırsızca yayılır ve her yanı istila eder: Resmi kâğıt, Kanzleipapier, yani Kafka’ya göre işkence çeken insanlığın zincirlerinden ibaret kâğıt. Bir kâğıt okyanusu belediye başkanının odasını kaplar. Bir kâğıt dağı Sordini’nin bürosunda birikir. Bir kâğıt –K. ile ilgili dosya– topu birbirlerine atan A ve B bölümleri arasında defalarca gidip gelir, yolculuk eder ve sonunda Şato’nun kırtasiyeci labirenti içinde kaybolur. Sanki Max Weber’in övdüğü çok etkili “yetki alanlarının ayrımı”nın hince bir karikatürü gibidir.
Bu sayısız fiş, sonsuzca yığılmış bu dosyalar, dolaplardan taşan bu protokoller neye yarar? Kadastrocudan bir form doldurmak amacıyla bilgileri kesin bir buyrukla isteyen Momus’un itiraf ettiği gibi, Klamm bu protokollerin hiçbirini asla okumaz! Bu Kanzleipapiere’ler artık araç değil, kendinde amaçlardır: formun amacı son tahlilde formun kendisidir…
Bürokratik yabancılaşmanın doruk noktasına belediye başkanı resmi aygıtı özerk bir makine olarak, insanın katılımından geçen bir otomat olarak tanımladığında erişilir: “İdari aygıt, kendi içinde önemsiz olsa da aynı olayın yıllardır dayattığı gerilim ve kızgınlığa sanki katlanamıyor da, sonunda kalkıp memur da olmadan kendi başına karar alıyor gibidir.” Kafka bir tür bürokratik perpetuum mobile, özerkleşen ve kendi etrafında boşlukta dönen idari bir aygıt tanımlar. Dolayısıyla, –yine incelikli bir mizahla– bürokratik sistemi şeyleşmiş bir dünya olarak gösterir; burada bireyler arasındaki ilişkiler bir şey, bağımsız bir nesne, kör bir çark düzeni olur. Burada modernitenin merkezindeyiz, en kişisellikten uzak ve “mekanik” olarak sahip olduğu şeydeyiz. Şato’daki bürokratik sistemin temsili tasarımı, Max ve Alfred Weber gibi dönemin sosyologlarının tasarımıyla karşılaştırıldığında kuşkusuz bazı benzerlikler saptanır, ama özellikle önemli ayrımlar görülür. Birçok yorumcu Kafka’nın şatosundaki bürokrasinin ve –kuşkusuz ki Kafka’nın hiç okumadığı bir yazar olan– Max Weber’in bürokrasisinin ortak noktaları olduğunu gözlemlemişlerdir: işlevsel hiyerarşi, yetki alanlarının katı dağılımı, sistematik yazılı kayıtlar, belirgin düzenlemeler. Bununla birlikte, Weber ile Kafka arasındaki “seçmeli yakınlıklar” üzerine en derin incelemenin yazarı olan José Maria Gonzales Garcia’nın kabul ettiği gibi, Weber’in, Kafka’nın tersine, Almanya’da güçlü devlet (Machtstaat) yanlısı bir nasyonal-emperyalist olması başta olmak üzere, farklılıklar benzerliklerden çok daha önemlidir. Ayrıca, daha kişisel kimi müdahalelerinde dünyanın bütünüyle bürokratikleştirilmesinin temsil ettiği tehditten endişe duysa da, bürokratik sistemin rasyonelliğine ve etkinliğine de inanmış biriydi. Max Weber’in Kafka’nın anti-bürokratik duyarlılığına en yakın yazıları arasında 1909’da Viyana’da Toplumsal Politika Birliği’nin oturumundaki konuşması belirtilebilir: “Bürokrasiye olan bu tutku bizi umutsuzluğa sevk etmeye yeterlidir. Önemli sorun, bu evrimi nasıl gerçekleştireceğimizi ve teşvik edeceğimizi bilmek değil, insanlığın bir bölümünü bu tinsel parçalanmadan, bürokratik yaşam tarzının bu yüce tahakkümünden kurtarmak için bu makineleşmeye nasıl karşı konulacağını bilmektir.”
Kafka kişisel olarak tanıdığından, (Max Weber’in küçük kardeşi) Alfred Weber’le ilişkisi sorunu başka türlüdür: Alman profesör 1906 yılında Prag üniversitesindeki hukuk doktora jürisine başkanlık etmişti. 1910 yılında sosyoloğun Neue Rundschau adlı süreli yayında çıkmış olan “Memur” başlıklı makalesini yazarın okumamış olması imkânsızdır (Kafka buna aboneydi). Bu makale ile Kafka’nın yazıları arasında gerçekten etkileşimler vardı: Örneğin, Alfred Weber “bürokrasi çağının gelişi”nden endişelendiğinde ve bürokrasiyi “bizim yaşamımızda yükselen dev bir aygıt (Aparat)” olarak, kişilerin bağımsızlığını ortadan kaldıran, sınırsız bir otorite ihtiyacı duyan ve gerçek bir puta tapmanın konusu olan (Götzedienst vor den Beamtentum) monoton ve sıkıcı “ölü mekanizma” olarak teşhir ettiğinden bu benzerlik ortadadır. Bu sonuncu saptama akla hemen Şato’daki üst düzey memur Klamm gibi bir kişiyi getirmektedir; bazı köylüler ona bir tür dinsel ibadette bulunmaktadır. Bununla birlikte, burada da farklılıklar çarpıcıdır: Alfred Weber memurluk mesleğine mahkûm edilmiş olan toplumun orta ve üst tabakalarının yazgısı hakkında kaygılanırken, Kafka devasa idari makinenin öğüttüğü paryalarla ve dışlanmışlarla ilgilenmektedir. Dolayısıyla Kafka’nın yaklaşımı gayet özgün ve tekildir ve onun “aygıt”ın işleyişini algılama tarzı, eleştirel bile olsa sosyologların bilgiç analizlerindense, bürokratik labirentte kaybolmuş sıradan insanlarınkine yakındır.
K.’nın gözünde Şato, tıpkı Josef K.’nın gözünde Dava’daki mahkeme kadar erişilmezdir. Kadastrocuya göre memurlar, tıpkı köylülerin büyük çoğunluğu için olduğu gibi, uzak ve dokunulmazdır. Onların davranışları soğuk ve kişisellikten uzaktır: Memurlar, der Bürgel, “yönetilenlere hiç saygı göstermezler”, “görevlerinin şaşmadan yerine getirilmesi”yle ilgilenirler. Köydeki insanlarla girdikleri tek “insani” ilişki, halktan kadınlara dayattıkları –en kaba anlamda– cinsel ilişkidir. Senyörlerin geçmişte kalmış ilk gece hakkını hatırlatan bu unsur, romandaki ender “modern-öncesi” yanlardan biridir. Tabii eğer Kafka, kadınların cinsel bakımdan sömürülmesinin en rasyonel ve en modern idari hiyerarşiyle kusursuzca bağdaştığını göstermek istememişse… Velhasıl, Şato’da, dönemin edebiyatında dengine pek az rastlanan kadınlar üzerinde erkek egemenliğinin kaba ve baskıcı bir tablosunu çizer. “Klamm kadınlara askeri bir şef (Kommandant) gibi davranır”, bedenlerini keyfince kullanır diye yazarken, bu patriarkal sistem ile askeri ya da sömürge otoritesi arasında bir paralellik kurma çabasında gibidir, çünkü Strafkolonie’deki yüksek iktidarı belirtmek için kullanılan terimin aynısıdır bu.
Görünüşe bakılırsa, bu cinsel ilişkiler idari görevlerin kişisellikten uzaklığıyla çelişmektedir. Aslında, memurların kadınlarla ilişkileri dar anlamda kişisel ilişki değildir: Kadınlara kendi aralarında değiş tokuş edilebilir figürler olarak ve basit cinsel tüketim nesnesi olarak davranılmaktadır. Klamm ile hancı Gardenia arasında ne aşk vardır ne de herhangi bir kişisel ilişki: yatağına üç kez çağırdıktan sonra, memur artık bir daha çağırmaz ve kesin olarak unutur. Bazı bürokratların söyleminde cinsellik, idari aygıtın düzgün işlemesini kolaylaştırabilecek ya da bozabilecek bir öğe olarak anılır. Örneğin Sortini sinirlenir çünkü Amalia’yı görmek onu uyarmıştır ve bu da onun kendisini işine vermesini engellemektedir. Dolayısıyla ona derhal hana gitme emrini resmen bildirir, çünkü bu vicdanlı idarecinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamasına yarım saat yetmektedir. Aynı şekilde, eski metresi Frieda’nın yanına dönmesini talep eden kişi Klamm değildir, bu yüksek memuru çalışmaktan alıkoyabilecek her şeyi ortadan kaldırmayı dert edinmiş sekreter Erlanger’dir: “Bürodaki en ufak değişiklik, daima orada bulunan bir lekenin silinmesi, tüm bunlar kafa karıştırabilir; keza yeni bir hizmetçi de.” Ortadan kaldırılmaması gereken “çalışma masasındaki leke”nin pek de imrenilesi olmayan durumuna indirgenen Frieda “derhal bara dönmek zorundadır.” Yeni âşığı K. ise idari çalışmanın nesnel gereklerine uymak zorundadır, diye emreder Erlanger: “Onunla yaşadığınız söylendi bana, derhal geri dönmesini sağlayın. Kişisel duyguları dikkate almaya gerek yoktur, her şey doğallığında olur, bu nedenle hiçbir şeyi açıklamaya kalkışmıyorum.”
Dava’nın tersine, Şato’da cellat görülmez ve kimse öldürülmez. Şato köy halkı üzerinde korku ve itaat uyandırarak, çatlaksız bir tahakküm uygulamayı sürdürür. Köylü bilgeliği otelcinin, Klamm’ın sekreteri Momus hakkındaki bir gözleminde özetlenebilir: “Klamm’ın elinde alettir o, ona itaat etmeyenin vay haline!” Bu bahtsızlık Amalia’ya düşer, çünkü genç kız telafisi imkânsız bir hata işlemiştir: Memur Sortini’nin paslarını reddederek otoriteye meydan okumak. İdarenin başına karşı bu suçun cezası olarak Amalia ve tüm ailesi yalnızca Şato tarafından değil, parya ya da vebalı gibi onlardan kaçan tüm köy halkı tarafından da dışlanır. Yakınları yetkililerden boş yere af elde etmeye çalışırlar, ama hiçbir yakarı, hiçbir aşağılanma, hiçbir itaat göstergesi, hiçbir kendine eziyet –memurların uşaklarıyla ahırlarda yatan kız kardeş Olga– Şato’nun kararını değiştiremez. Bu umutsuzca bağış taleplerine bürokratların cevabı, idari mantığa kusursuz bir örnektir: özür dileyecek bir şey yoktu, çünkü “şu an için suçlama yoktu, tutanaklarda suçun izi bile olmayacak, en azından avukatların erişebildiği tutanaklarda, dolayısıyla, saptanabildiği kadarıyla, hiçbir dava açılmamıştır.”…
Kafka’nın romanlarında “iğrenç yanlar” diye adlandırdığı şeyi analiz eden Adorno –sırrına haiz olduğu sivri dilli ifadelerinden birinde– bunların, “iktidarın parmaklarının yaşam kitabının lüks baskısı üzerinde bıraktığı pislik izleri” olduğunu belirtir. Amalia ve ailesi üzerine bu yedi bölüm, romanın en dokunaklı bölümleri arasındadır. “Lanetli” ailenin uşak ruhu etkileyicidir. Ama Şato’nun bir emir ya da karar yayımlamasına gerek bile kalmadan onları vebalı gibi dışlayan ve sanki insan değillermiş gibi davranan diğer köylülerin uşaklığı daha da kötüdür. En kusursuz alçaklıktan kaynaklanır. Burada, La Boétie’nin kitabındaki güçlü politik anlamıyla, gönüllü köleliğin çarpıcı bir örneğiyle karşı karşıyayız. Elias Canetti romanın temasının “iktidar aracılığıyla aşağılama (Herrschaft)” olduğunu gayet doğru biçimde saptar ve şu yorumu ekler: “Yukardakilere itaate bundan daha berrak bir saldırı […] asla yazılmadı.”
Gönüllü kölelik teması Kafka’nın birçok başka metninde de görülür. Örneğin Brod tarafından Muhtelif Defter ve Kâğıtlar derlemesinde yayımlanan şu hikâyede: “İmparatorca yollanan albayın, bizim dağ kasabasını hangi yola başvurup egemenlik altında tuttuğunu söylemekten utanıyor insan. İstesek, komutasından üç, beş askerin elinden silahlarını alırdık; yardım çağırsa –ama nasıl yapabilirdi bunu?– günler, hatta haftalar geçer de, çağırdığı yardım yine kendisine ulaşmazdı. Diyeceğim, kasabada egemenliğini sürdürmesi, düpedüz bizim ona boyun eğmemizden kaynaklanıyor. […] Peki, onun iğrenç yöntemine neden katlanıyoruz? Kuşkusuz, yalnızca bakışlarından ötürü.” La Boétie gibi Kafka da itaatin, “bir”in “herkes” karşısındaki iktidarının tek temeli olduğu üzerinde durur. Bu fragmanda olduğu gibi Dava’nın sonunda da olduğu gibi bir utanç duygusuna yol açan itaat.
Bu albay ya da bir benzeri “Geri Çevrilme” hikâyesinde de görülür: “Birkaç asker halkı gözaltında tutuyor, ayrıca Albay’ın çevresinde bir yarım daire yapıyordu. Gerçekte bir teki bile yeterdi bu işler için, askerden korkumuz işte öylesine büyüktür.” Halkın, bir heyet tarafından saygıyla sunulan mütevazı taleplerine adam daima ast bir memur aracılığıyla cevap verir: “Dileğiniz kabul edilmeyip reddedilmiştir. Gidin!” Bununla birlikte, bu hikâyeyi diğer benzer anlatılardan ayırt eden şey, direniş tohumlarının önemli ölçüde varlığıdır: “Gelgelelim, benim gördüğüm kadar, belli yaştakilerin oluşturduğu bir grup var ki, durumdan memnun değil. Aşağı yukarı on yedi ilâ yirmi yaş arasındaki gençler hepsi; yani en sudan düşüncenin, hele devrimci bir düşüncenin etkisinin nerelere dek varabileceğini uzaktan yakından sezemeyen pek toy oğlanlar. Ve işte böyleleri arasına hoşnutsuzluk sinsice sokuluyor.” Bu iki metinde tiranik, kişisel türde ve gelenek üzerinde temellenen modern-öncesi nitelikte bir iktidarla karşı karşıyayızdır. Buna karşılık Şato’da, gördüğümüz gibi, bürokratik, modern, kişisiz, “idari” bir iktidar söz konusudur. Ama “alttakiler”in itaatkâr tutumu her iki durumda da benzerdir.
Köylülerin tutumu üzerine bir yorumda kadastrocu K. bu kendi kendini köleleştirmeyi eleştirmekte tereddüt etmez: “Burada siz yetkililere doğuştan saygılısınız; ömrünüz boyunca size her taraftan ve her türden telkin vermeye devam ediyorlar ve siz de elinizden geldiği kadar buna katkıda bulunuyorsunuz.” Bir akşam köye gelen ve köy sakinlerinin fazlasıyla kölece tavırlarını sorgulamaya başlayan bu kadastrocu adayı K. kimdir peki? Onu gerçek anlamda kabullenmeyen otelcinin karısından daha iyi kimse tarif edemez onu: “Siz şatodan değilsiniz, köyden değilsiniz; siz bir hiçsiniz. Heyhat, yine de bir şeysiniz, fazla gelen ve herkesi rahatsız eden bir yabancısınız, başımıza sürekli can sıkıcı işler açan birisiniz.” Söz konusu edilen kişi Yahudi midir, bu en yetkin yabancı mıdır, bu ebedi rahatsızlık verici, daima “fazla” olan mıdır? Hannah Arendt’in daha önce sözünü ettiğimiz yorumu bu yöndedir. Yahudilik durumunun bu kişinin uydurulmasında esin kaynağı olabileceğini inkâr etmesek de, evrensel bir şahsiyetin söz konusu olduğu aşikârdır: yabancı, göçmen, hiçbir şeye ait olmayan kişi, hiçbir yerden olan, Aussenseiter, outsider, yerleşik toplumsal yapı ve kurumların kıyısında olan kişi. Zygmunt Baumann, “evrensel yabancıların en bilinçlisi” olarak tanımladığı Kafka üzerine bir yorumda, romanlarının tek ve biricik kahramanı olan yabancıyı, özellikle köksüzlüğü, “doğal” odak ya da yer yokluğu nedeniyle evrenselliğin arketipi olarak görür.
Ama kadastrocu rasgele bir yabancı değildir: Eleştiride bulunmaya cesaret eden ve –küstahlığın daniskası!– hak sahibi olduğunu iddia eden kişidir… Kısacası, gönüllü köleliği reddeden kişidir. Köye geldiği andan itibaren yetkililere meydan okumakta tereddüt etmez, genç ve küstah memur Schwarzer’i, “Kontluk yetkilileri karşısında saygı talep ediyorum!” dediğinde, dolaşmaya gönderir. O akşam otelciyle bir sohbet sırasında, kendi varlıksal tavrını birkaç sözcükle ifade eder: “Özgürlüğüme bağlıyım ben.” Kuşkusuz ki bu cümle onun Şato’da oturmayı reddetmesini açıklamayı hedeflemektedir, ama çok daha genel bir kapsamı vardır: Kişisel tutumunu kusursuzca ifade ettiği söylenebilir. O bir muhalif değildir elbette: kadastrocu olarak yetkilerinin kabul edilmesini istemektedir. Ama onda köylülerin çekingen ve itaatkâr tutumu hiç yoktur. İşte, örneğin, kudretliler karşısındaki tutumunu otelciye şöyle anlatmaktadır: “Çekingen biri değilim ben, fikrimi bir konta da söyleyebilirim; ama bu beylerle nazikçe anlaşmak en iyisi.” Şato yetkililerinden onun istediği şey, modern toplumların bütün dışlanmış ve paryalarının evrensel talebidir: “Ben Şato’dan lütuf (Gnadengeschenke) değil hakkımı (mein Recht) istiyorum.” Ona verilmek istenmeyen şey de tam budur; hem de onun öfkesine yol açan bitmek bilmez bir “idari” nedenler listesi adına yapılır bu: “Yaşamım utanç verici bir bürokrasinin tehdidi altında (Schmachvolle amtliche Wirtschaft).”
K. köylülerin davasını üstlenme ya da kolektif bir eyleme yol açma eğilimi hiç göstermez: “Onu mutluluk getiren biri kabul etmeleri gerekmiyordu; […] Onu, bu şekilde kısıtlandığında, asla kendini veremeyeceği görevlere çağırıyorlardı; en iyi niyeti gösterse bile bu rolü kabul edemezdi.” Onun tutumu hem savunmacı hem de mücadelecidir, ama kesinlikle bireyseldir: “Benimle ve belki de kanunlarla korkunç biçimde alay ediliyor. Ben kendimi savunmayı bilirim.” Ne yazık ki, devamında görüleceği gibi, geçirimsiz ve mutlak erk sahibi bürokratik aygıtlar karşısında birey güçsüzdür.
Kadastrocu bu aygıtlarla ilişkisini bir “mücadele” olarak kabul eder. Bu çetin mücadelede, “onunla yetkililer arasındaki güç ilişkisi”nin “orantısız” olduğunu kabul etmek gerekir. Şato temsilcileri karşısında meydan okuyan tutumu, ona ihtiyat ve itaat öğütlemeye çalışan köylüleri şaşırtır ve şoke eder. Otelcinin karısı onun sürekli “hayır hayır” demesinden, kendi adına –kelimesi kelimesine “başı üzerine” (auf seinen Kopf)– yemin etmesinden ve iyi niyetli öğütleri göz ardı etmesinden şikayet eder. Belediye başkanına gelince, K.’nın durumuyla ilgili karar çok gecikirse “yersiz bir kişisel inisiyatif (auf eigene Faust)” almasından çekinir. Fransızca tercümede bulunmayan auf seien Kopf ve auf eigene Faust ifadeleri özellikle bu kişiliği niteleyen bireyci, bağımsız ve eleştirici ruhu belirtmektedir.
Dolayısıyla, “Amalia’nın sırrı”nı ve onun kovulma nedenlerini öğrenince öfkeyle tepki göstermesi şaşırtıcı değildir. Kız kardeşi Olga olayı bir tür üzücü tevekkülle, bir “yazgı” olarak tanımlar. “Nedir bu yazgı?” diye haykırır kadastrocu. “Sortini’nin suçlu tavrından dolayı Amalia suçlanamaz ki, hele ki cezalandırmak!” Bu itiraz, gözü açılan Olga’nın yorumuna yol açar: “Bu sana haksız ve canavarca geliyor, köyde kimsenin paylaşmadığı bir görüş bu…” Kadastrocunun –kendi başına (auf seinen Kopf) yemin eden kişi– özerk yargısını genel itaatten ayıran uçurum bundan daha iyi belirtilemez. Metinden çıkartılan bir bölümde Olga, köylülerin kaygılarını paylaşmayan, başka yerden gelmiş biri olan K.’ya hayranlığını ifade eder: “Şaşırtıcı birisin sen […]: Bir bakışta olaylara hakim oluyorsun […]; herhalde dışarıdan geldin de onun için. Bizse, içimizde üzücü tecrübeler ve korkular, kendimizi savunmaksızın, bir tahta çıtırtısı bile duysak irkiliyoruz. […] Oh, senin gelmiş olman bizim için ne saadet!”
Şato ve görevlileri karşısında K., Dava romanına dahil edilen meselde Kanunun kapılarının bekçisiyle karşılaşan taşralı adamın durumuna benzer bir durumda bulur kendini. Aydınlatıcı bir bölümde bunun yankısı bulunur: “K. […] sanki Klamm’ın kapısı önünde bekçiyle konuşurmuş gibi konuşmuştu.” Bununla birlikte, meseldeki kişinin tersine, kadastrocu yasak ve engelleri aşmaktan çekinmez: Şato’da, diye açıklar Olga’ya, “öteye götüren kapılar var, aşılabilir engeller var, eğer yeterince maharetliysen tabii.” Böylece, tamamlanmamış romanın son sahnesinde, memurların koridoruna izinsiz girer ve bölümü ciddi biçimde karıştırır: “Ne otelci ne karısı onun böyle bir şeye cüret edebileceğini anlayabilirdi.” Bu bakış açısıyla K., Kanun kapılarından içeri kabul edilmeyi bütün ömrü boyunca sabır ve itaatle boşuna bekleyen “taşralı adam”ın antitezini temsil eder… Buna karşılık, Şato’da efsanenin anti-kahramanına şaşırtıcı biçimde benzeyen kişiler bulunur: Örneğin, Şato’da hizmete kabul edilmeye çalışan ve Olga’nın tarif ettiği kişi buna örnektir: “bunca yıl geçtikten sonra, belki de bir yaşlı olmuşken, reddedildiğini, her şeyin yitirildiğini ve bir hiç için yaşadığını öğrenir.”
Yetkililer kadastrocuyu niçin cezalandırmazlar? Onunla kedi-fare gibi oynamakla yetinirler, ta ki “bitkin düşüp” ölene dek –Max Brod’un aktardığına göre, Kafka’yla bir söyleşiye göre, romanın muhtemel sonucu budur. Bu, metinde doğrudan doğruya ele alınmamış bir sorudur. Şato’daki yetkililerin bu kişisel başkaldırıyı güçsüz ve zararsız kabul ettikleri, köyün boyun eğmiş ve itaatkâr nüfusu üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını düşündükleri varsayılabilir.
Marthe Robert’e göre, kadastrocu K. “kahramanın ‘idari’ zorbalık üzerinde kendi benini yeniden fethe ağır ağır götüren yol”da (Josef K.’yla kıyaslandığında) yeni bir evredir. Bitkin düşerek ölür, ama, en azından, “ruh tembelliğinden ve körleşmiş bireylerin saflığından olması gereken ardımı alan efendilerin keyfiliği sayesinde ayakta duran mutlak-erk sahibi yapıyı parça parça, sembol sembol, işaret işaret parçaladı.” Kadastrocu, Şato ile köy arasındaki tabiyet-tahakküm ilişkisi karşısında dışsal konumda bulunan yabancıdır. Yabancı olarak o, Şato memurlarının temsil ettiği bürokratik saçmalık karşısında şaşırabilir –her türlü felsefi bilginin başlangıcı olarak Yunanca taumasein anlamında.
Bu “yeni evre” nasıl açıklanabilir? İktidara direniş teması, dramatik sonucu kurbanların kaderci tevekkülünü onaylar gözüken Dava’da olduğundan daha büyük bir yere niçin Şato’da sahiptir? Muhtemel bir açıklama, iki romanın yazılmasının tarihsel konjonktürleri arasındaki olası bir açıklama olabilir: 1914-1915 arasında, savaşın ilk yıllarında, Avrupalıların bilincinde konformizm hakimken, 1918-1922 arasında ise özellikle Orta Avrupa’da (Almanya ve eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) yirminci yüzyılın en önemli isyan dalgasına tanık olunur. Şato’nun konusu devrim ya da kolektif isyanlar elbette değildir, ama bireysel itaatsizlik romanın temel bir boyutudur.
Kudretliler karşısında tek boyun eğmeyen kişi yabancı mıdır? Çok sayıda yorumcunun görüşü budur. Bunlar arasında Hannah Arendt gibi en bilinçlileri de yer alır: “İnsan hakları üzerinde ısrar eden yabancı, dünyada basit bir insan yaşamının ne olduğuna dair hâlâ bir fikri olan tek kişidir.” Oysa roman dikkatle okunduğunda kadastrocu K.’nın Şato’daki tek eleştirel, protestocu ya da isyancı ses olmadığı ortaya çıkar. Örneğin beylerin otelinde Frieda’nın yerine birkaç günlüğüne geçmiş olan küçük hizmetçi kız Pepi, K.’ya birkaç sır verir ve ona en sevdiği düşü olan gerçek bir anarşist isyan düşünü anlatır: “Beylerin otelini ateşe verecek ve onu küle çevirecek, hem de bütünüyle, en ufak bir izi bile kalmayacak, sobaya atılmış bir kâğıt parçası gibi oteli küle çevirecek kişi bugün Pepi’nin tercih edeceği kişidir.” Bu cümle, Max Brod’un tanıklığına göre, sosyal güvenlik bürosunun manevralarıyla karşı karşıya gelen çalışanların her şeyi yağmalamak için firmaya niçin saldırmadıklarına şaşıran Kafka’nın cümlesine karşılıktır…
Boyun eğmeyen bir başka kişilik vardır ki bu, Pepi gibi düşle sınırlı kalmaz. Onun itaatsizliği kadastrocu K.’nınkinden çok daha dramatiktir ve diğer köylülerin tersine, “korku nedir bilmez” ve yetkililer karşısında “kahramanca eylemler”de bulunabilir olduğunu gösterir. Bu halktan bir kadın olan Amalia’dır. Onun hüzünlü, gururlu ve samimi bakışı ve “bir tür kibrin” izini taşıyan sözleri K.’yı etkiler. 17. bölümde “Amalia’nın sırrı” öğrenilir: küstah ve kaba memur Sortini’den beylerin oteline yanına gelmesini buyuran “son derece kaba” ve hatta “isyan ettirici” –kısacası müstehcen– bir mesaj aldığında, mektubu yırtarak Şato’daki adamın gönderdiği habercinin yüzüne parça parça fırlatıp atmakta tereddüt etmez. Bu görünüşte önemsiz bir eylemdir, ama aslında önceden asla görülmemiş bir cesarettir: İğrenç Sortini’yi, “o zamana dek hiçbir memurun geri püskürtülmediği kadar şiddetle” püskürtür. Memurun teşebbüsünün başarısız kalması, K.’nın gözlemlediğine göre, Amalia’yı, ahlaki ve tinsel güç açısından “güçlü bir rakip” olarak görmesindendir elbette. Bu tavır, yukardakilerin lanetini onun ve tüm ailesinin üzerine çekmeye yeter ve onları mutlak ve geri dönüşsüz bir dışlamaya mahkûm eder…
Amalia Kafka’nın romanlarında, itaat etmenin reddini, itaatsizliği, kısacası, insan haysiyetini –ağır bir bedel ödeyerek– temsil eden ender kişilerden biridir. Köyün içinde, “halk”ın ortasında –yalnızca yabancının yanında değil– cesaret, gurur ve direniş kaynakları bulunabileceğini gösterir. Kuşkusuz o istisnai bir kişiliktir, köylülerin koyun gibi kitlesinden güçlü bir şekilde ayrılır, ama varlığını sürdürmeye devam eder. Bunun bir kadın olması tesadüf müdür? Bu edebi şahsiyetin modelinin Kafka’nın gözde kardeşi Ottla olup olmadığını düşünebiliriz. Kafka, Babama Mektup’unda Ottla’yı, “Löwy’lerin inatçılığına, duyarlılığına, adaletsizlik karşısındaki duygularına ve kaygılarına” sahip biri olarak tarif eder ve “kendine güveni, kendinden emin oluşu, sağlık ve tereddütsüzlüğü benden daha fazla” olduğu için ona son derece hayrandır.
Tuhaf bir şekilde gözlerini kadastrocu kişiliğine dikmiş olan yorumcuların çoğu, Kafka’nın erinin en etkileyici kadın figürlerinden biri olduğuna kuşku olmayan Amalia kişiliğini gözardı etmişlerdir. Amalia, yazarın liberter bireyciliğini örnek bir şekilde kendinde toplamış bir figürdür.
Michael Löwy Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest

https://www.cafrande.org/kafkanin-satosu-burokratik-despotizm-gonullu-kolelik-ve-cozumsuz-celiskile
submitted by karanotlar to u/karanotlar [link] [comments]

Vesayet Nedir, Nasıl Kurulur, Niçin Çöker?

Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek link
-1-
Vesayet kelimesinin Türkiye’de ilginç bir hikayesi oldu. Bu kavramın popüler hale gelmesi, 28 Şubat süreciyle başladı ve birçok insan, sadece Türkiye’ye özgü bir durumu tespit etmek için ortaya atılmış bir kavram olduğunu düşündü. Oysa Alexis de Tocqueville’in 1830’larda dile getirdiği yumuşak despotism (soft despotism) veya yumuşak tiranlık (soft tyranny) ve Walter Lippmann’ın 1920li yıllarda geliştirdiği kılavuzlu demokrasi (guided democracy) kavramları vesayetçilik teriminin ön adımlarını oluşturur. Vesayetçi demokrasi (tutelary democracy) nitelemesi ilk defa 1960 senesinde Seymour Lipset tarafından bir akademik çalışmada “kılavuzlu demokrasi” ile eş anlamda kullanılmıştır. Aynı yıl Shils bu kavramı daha da detaylandırmış ve vesayetçi demokrasiyi, liberal demokrasilerden ve oligarşilerden ayıran özelliklerin altını çizmiştir. Bu sayede kavramın genel karakterini de ortaya koymayı başarmıştır. Buna göre, henüz siyasi bir toplum olma yetisine sahip olmayan ülkelerde, bir elitin etkin ve istikrarlı bir yönetimi, iktisadi kalkınmayı ve toplumsal gelişimi sürdürmek için sivil kurumlara, hükümete ve kamusal özgürlüklere müdahale etme yetkisini üzerine alır. Bunun sebebi, mevcut şartların demokratik bir rejim kurmak için müsait olmadığını düşünmeleridir. Yani, kendisine siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda istikrar ve ilerlemeyi tesis etmekle yükümlü gören elitin, demokrasiye karşı olduklarını söylemek abartılı olur. Onlar demokrasiye inanırlar ancak, inandıkları demokrasinin var olabilmesi için gerekli koşulları yaratmak için bir modernleşme projesi ortaya koyarlar. Bunu bir altyapı hizmeti olarak görür, denetimden azade olan siyasal demokrasinin istikrarsız bir hükümet, iktisadi geri kalmışlık ve sosyal yozlaşmayı beraberinde getireceğini düşünürler.
Shils’e göre, vesayetçi demokrasinin alameti farikası yasama organının zayıflatılmış olmasıdır. Parlamento daha çok tartışmaların yapıldığı ancak yürütme üzerinde etkili olamayan bir kurumdur. Ne var ki, bu bir oligarşinin olduğu anlamına gelmez. Vesayetçi demokrasiyi oligarşiden ayıran en temel özellik hukukun üstünlüğü ilkesine olan bağlılığıdır. Bunun anlamı, sistemin vasilerinin ayrıcalıklı bir sınıf yaratmak gibi bir amaçlarının olmaması ve kamu düzenini sağlamayı daha fazla önemsemeleridir. Bu durum aslında, vesayetçi demokrasilerin devlet kapasiteleri ve kurumlarının otonomisi açısından önemlidir. Çünkü keyfi bir rejimden ziyade daha kurallı ve sistemli bir yönetim biçimi oluşturmak amaçlanır. Vesayet, kendi meşruluğunu ortadan kaldıracak adımlar atmak istemez. Onun bir amacı vardır. Henüz siyasi demokrasiye hazır olmayan ulus, bu kutlu güne hazırlanmalıdır ve er ya da geç mukadder olan demokratik geleceğin alt yapısı şimdiden kurulmalıdır.
Bu kurumsallık arzusu, elbette ki vesayet elitinin de kendi içinde disiplinli olmasını elzem kılar. Etkin bir vesayet, kendi içinde bütünlüğü sağlamayı başarmış ve istikrarlı bir elit yapısı gerektirir. Bu bir zarurettir çünkü vesayetin asıl argümanı demokrasinin mevcut koşullarda istikrarsızlık üreteceği üzerine kuruludur. Dolayısıyla, vesayetin olabildiğince tutarlı, sabit ve istikrarlı oluşu demokrasinin kaotik, öngörülemez ve savruk karakterinin zıttı olarak kendisini tanımlar. Hatta kendisini bu şekilde var eder.
Bu özellikleri açısından ele alındığında, vesayetçi demokrasi kavramına, Türkiye’deki rejimi açıklamak için başvuranlar pek de haksız gözükmüyor. Zira, 1961 Anayasası ile kurulan Milli Güvenlik Kurulu, Ümit Cizre’nin tabiriyle bir nevi “gölge kabine” olarak hareket ediyordu. Bu kurul anayasal bir statüye sahipti ve milli güvenlik ile ilgili konularda hükümet ile istişarelerde bulunma görevi atfedilmişti. Ne var ki, bu istişare toplantılarının taslağı Milli Güvenlik Kurulu’nun asker olan genel sekreteri tarafından hazırlanıyor, sivil hükümete sunuluyor ve kusursuz bir uyum bekleniyordu. Kurul kararları ise parlamento denetiminin dışında bırakılmıştı. Yine Cizre’nin işaret ettiği gibi, birçok konu milli güvenlik ile ilişkilendirilebildiği için, Türk Silahlı Kuvvetleri eğitimden, ekonomiye, medyadan yargıya birçok alanda hükümet politikalarını ve siyasetin aktörlerinin tavrını belirleyebiliyordu.
Bu noktada Schmitt’i anmakta fayda var. “Egemen istisnaya karar verendir” diyor. Bu istisnanın belirlenme süreci ulusal güvenlik ile açıklanıyordu Türkiye’de. Yani ordu, güvenlik tehditlerini belirliyor ve bu tehditlerle nasıl baş edileceğinin yolunu gösteriyordu. Bunun anlamı şuydu: siyasi partiler ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, MGK tarafından belirlenen milli güvenlik çerçevesinin içinde kaldıkları sürece meşru ve makbul olarak kabul ediliyordu. Bu çerçevenin dışında kalanlar, yani istisnalar ise bir şekilde siyasi sistemin dışına itiliyordu. Bu noktada, istisnaya karar verme kudretinin normali sağlama yükümlülüğünün olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Yani normali işaret eden alan, kurallı ve düzenli olmak zorundadır. Bu yüzden, MGK vesayeti altında, onun milli güvenlik paradigmasını kabul eden siyasi partiler arasında adil bir rekabet yaşanmıştır. Bu partilerin hiçbir tanesi kendini vesayet ile özdeşleştirip diğer aktörleri sistem dışına itme becerisini gösterememiştir. Mesela Demokratik Sol Parti ile Doğru Yol Partisi arasında veya Cumhuriyet Halk Partisi ile Anavatan Partisi arasında vesayetin sahibi açısından bir fark yoktur. Hemen hepsi MGK tarafından sunulan ulusal güvenlik çerçevesi ile uyum halindedir. Rekabetin adil olmayan tarafı meşru partiler ile gayri meşru partiler arasında yaşanmıştır. 90’lı yıllar boyunca şahit olduğumuz, İslamcı ve Kürt partilerinin kapatılması, siyaset alanlarının sürekli olarak taciz edilmesi bu adaletsizliği gösterir. Böylece adil demokratik rekabet hem var olmuştur hem de hiç olmamıştır.
Vesayetçi demokraside sivil otoriterlik veya popülist otoriterlik tehlikeleri yoktur. Yani yarışmacı aktörlerden bir tanesinin diğerlerini sindirmesi veya onları gayri meşru ilan edecek normların çerçevesini çizme yetkisi yoktur. Bu hak vasi olan kuruma bahşedilmiştir. Onun meşru kabul ettiği partiler iktidara gelseler dahi kendilerine bırakılan dar alanda oynamaya mecbur edilmiştir. İstisnai olarak kabul edilen partilerin ise bu dar alanda oynama hakları dahi yoktur. Sistemin dışına itilirler çünkü onlar, çizilen sınırlar içinde iktidar mücadelesi yapan partiler olarak görülmezler. Bu partiler, vesayet kurumunun sınırlarını eleştirirler, asıl dertleri bu sınırların değişmesidir. Bu yüzden rakipleri de diğer siyasi partiler değil vesayetin ta kendisidir. Vesayet ise kendisini koruma refleksiyle hareket eder.
-2-
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği dönemde, Türk siyasetinin üzerinde hala 28 Şubat’ın gölgesi dururken, birçok akademisyen ve entelektüel ülkedeki rejim şeklini vesayetçi demokrasi olarak tanımlamaya başladı. Onların muradı, liberal demokrasiye geçmekti. Bunun için de öncelikli olarak vesayetçi anlayışın son bulması gerekiyordu. Mamafih, vesayetin yıkılması sürecinin kendisi liberal demokrasi özleminden daha ilgi çekici hale geldi. Zira, liberal demokrasinin bir anda ortaya çıkmayacağı, onu inşa edecek bir programın uygulanması gerektiği ve vesayetin yokluğunun kendiliğinden bir liberal demokrasi üretmeyeceği pek popüler bir görüş değildi bu yıllarda. Gerek AKP hükümeti gerekse onu destekleyenler, bütün enerjilerini vesayeti yıkacak politikalara odaklanmaya harcadılar. Talihsiz bir şekilde, liberal demokrasiyi inşa edecek bir programdan bahsetmek yerine AKP’li politikacıların ve AKP’ye oy veren seçmen kitlesinin ferasetine güvenmeyi seçtiler. Naif olan şuydu ki, vesayetçi sistemi yıkacak kadar güçlenmesini destekledikleri AKP’nin vesayeti ortadan kaldırdıktan sonra elde ettiği gücü kendi isteğiyle bırakacağına, demokratik kurumlar inşa edeceğine ve gücü bu kurumlar ile paylaşacağına inandılar.
Geçtiğimiz 20 sene içerisinde, MGK’ya yaslanan vesayet sisteminin büyük bir gürültüyle çöküşüne tanık olduk. Shils’in bahsettiği, vesayet kurumunun kendi içinde disiplinli ve yekpare olma zorunluluğu artık hükmünü yitiriyordu. Silahlı kuvvetler içinde bir bölünmenin olduğu açıktı. Fetullahçı subaylar ordu içerisinde etkinliklerini arttırmak için hükümet ile iş birliği yapıyor, TSK içinde düzenlenen gizli seminerler dışarıya sızıyor ve birkaç gün içinde ulusal medyanın gündemine geliyordu. Böylece vesayet kurumunun kendi içinde bir disiplin sorunu yaşadığı da açığa çıkıyordu. Bununla birlikte, tanımlanan istisnanın aslında küçük bir azınlık olmadığı, istisnayı işaretlemek için kullanılan milli güvenlik çerçevesinin birçok toplum kesiminde mağduriyet yarattığı ortaya çıktı. AKP’nin 2002 senesinde aldığı oy, insanların siyaset kurumunun kendi sorunlarının çözümüne katkı sunabileceğine dair bir inancın yansımasıydı. Böylece, vesayetin alternatifi olarak siyasetin pragmatik yüzü imdada çağrılıyordu. Henüz erişkin görülmeyen, bu yüzden de seçtikleri temsilcilere itimat edilmeyen ve politika alanı bırakılmayan toplum, vesayetin kendi gündelik hayat problemlerine çözüm bulma konusunda yetersiz olduğunu düşünmüş olmalı ki yaratıcı siyasi önerilere kapı araladı. Böylece AKP’nin varoluşu, statik vesayete karşı dinamik siyaset karşıtlığı üzerine konumlandı. Bu konumlanış seçmen nezdinde yeteri kadar cezbediciydi. Son olarak, vesayet ile uyumlu olma zorunluluğu, siyasi partileri ordunun orduyu da siyasi partilerin başarısızlığının ortağı haline getirdi. Mesela 2001 senesinde yaşanan ekonomik kriz, iktidardaki siyasi partilerin değil topyekûn rejimin bir başarısızlığı olarak değerlendirildi. Benzer şekilde, 28 Şubat sürecinde ordunun muhafazakâr toplum kesimlerini tedirgin eden tavrı, siyasi partilerin de benzer bir pozisyonda değerlendirilmesini beraberinde getirdi. Not etmek gerekir ki, AKP eliti ve bu partiye ona devrimci bir parti muamelesi yapan entelektüeller bu algıyı yeterince sömürdü.
Bu süreç yaşanırken, akıllara pek gelmeyen bir şey vardı: Bir devlet olgusunun var olduğu. Yani şahıslardan azade bir kurallar setinin yürütme organının üzerinde konumlandığı ve onu ram ettiği her sistem iyi kötü bir vesayet unsuru barındırır. Otoriter ülkelerde bu oligarşiyi disiplin altına alan parti ilkeleri olabilir, cunta rejimlerinde cunta üyelerinin üzerinde mutabık kaldığı program olabilir, teokrasilerde din adamlarının oluşturduğu konseyler olabilir. Bu ülkelerde vesayet demokratik rekabete neredeyse yer bırakmayacak şekilde geniş tanımlanmış ve topluma yön verilmesi, himaye edilmesi ve kutsal bir hedefe doğru ilerleyebilmesi için yetiştirilmesi gereken bir varlıkmış gibi muamele edilir. Ancak; günün sonunda vesayet, rejimin kişiselleşmesine ve keyfi bir yönetime sürüklenmesine mâni olan fren görevi görür. Yani devletin öngörülemez bir sultanistik rejime dönüşmesini engeller. Öte yandan, demokratik alanın olabildiğince rekabete açık ve renkli olduğu ülkelerin de rekabet alanını sınırlandıran, normal ile istisnayı birbirinden ayırt eden kuralları ve kurumları olduğunu söylemeliyiz. Her ne kadar liberal demokrasi savunucuları bu kural ve kurumların siyaset üstü olduğunu iddia etse de anayasa metni ve bu anayasayı koruyan kurumlar netice itibariyle siyasi bir karakter taşır: Kendisini yok etmek isteyenlere karşı haklı bir reaksiyon gösterir. Bu reaksiyon, siyaset alanının daraltılması ile sonuçlanmamış olsa da bunun sebebi liberal demokrasinin hamiyetperverliğinden ziyade, ona yönelik tehditlerin tehlike arz edecek kadar büyük olmamasıdır. Ancak pratikten yoksun olmak, demokratik rejimlerin siyasi rekabet üzerinde bir vesayet unsuruna sahip olmadığı anlamına gelmez. Özellikle popülizmin ve aşırı sağın yükselişi ile birlikte, liberal demokrasinin siyaset dışı mekanizmalara ne denli ihtiyacı olduğu açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu noktada Kelsen’in “hukuk devleti” kavramına yaptığı itiraz akıllara gelmeli. O, bu terimin bir anlam bozukluğuna işaret ettiğini söyler. Devlet zaten bir hukuka sahip olma özelliğine sahip olduğu için devlettir. Bu hukuk ise yönetimdeki kişilerin keyfi iradesinden neşet etmez. Aksine, özellikle onları da bağlayan bir niteliğe sahiptir. Benzer şekilde Weber’in; modern devleti açıklarken, kişilerin karizmasının veya geleneklerin üzerine kurulan otorite tiplerinin yerine yasal/rasyonel otorite modelini ikame etmesini de düşünebiliriz. Böylece yasaların bir rasyonaliteden türediği ve bu yasaların nihai egemen olduğu, uygulayıcıların da bu yüzden kişiler yerine yasalara bağlı oldukları modern devletten bahsedebiliriz. Bu sayede, rejim tipinden bağımsız, yöneticileri de bağlayan soyut bir devletten ve onun kurumlar vasıtasıyla somutlaşan cüssesinden söz etmiş oluruz.
Kabul edelim ki, bu modern devlet Türkiye’de bir monark ailesinin, oligarşik bir partinin, din alimleri şurasının, ihtilalci bir cuntanın, anayasa mahkemesinin veya bağımsız mahkemelerin vesayeti altında ortaya çıkmadı. Kanunun rasyonalitesine karar veren ve o kanunun egemenliğini sağlayan kurum uzun seneler boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri oldu. Zaten TSK’nın vasi rolü ortadan kalkınca (ki bu mukadder olandı) yerine, bizlere modern devleti andıran bir vesayet mekanizması ikame edilemedi. Vesayetçi demokrasinin sona ermesi, bu yüzden hem modern devleti hem de var olan demokratik pratikleri ciddi anlamda aşındırdı.
-3-
Türkiye’de ordunun terk ettiği vesayet alanını doldurmaya yönelik ilk teşebbüs Fetullahçılardan geldi ve başarısız oldu. Aslında mukadder bir başarısızlıktı çünkü vesayeti kuran aktörün, elinde bulundurduğu gücün ötesinde muhakkak bir meşruluk zeminine sahip olması gerekir. Türk Silahlı Kuvvetleri önce Kurtuluş Savaşı, ardından sivil otoriterliğe karşı cumhuriyet ve demokrasiyi savunmak, ardından aşırı sağ ve aşırı sol grupların birbirleriyle olan çatışması sonucu kaybolan kamu otoritesini ve düzeni yeniden tesis etmek, Kürt ayrılıkçılığıyla mücadele etmek ve laikliği yükselen İslamcılığa karşı korumak gibi misyonları üstlendi ve meşruluğunu toplumun düzen ve güvenlik ihtiyacına dayandırmayı başardı. Bu yüzden, dini bir cemaatin siyasi manevraların yardımıyla bürokrasiye sızarak (veya sızdırılarak) ele geçirdiği güç ile siyasi partileri terbiye etmeye çalışması ciddi bir meşruluk sorunu yaşadı.
Fakat, Fetullahçıların girişimlerinin akamete uğraması, yapmaya kalkıştıkları darbenin halkın yardımıyla önlenmesi yeni bir vesayetin kapısını araladı. Üstelik, 7 Haziran’da yapılan genel seçimlerde hezimet yaşayan AKP’nin, Kürt sorununu yeniden güvenlikçi bir dil ile ele alması, PKK’nın ateşkese son vererek terör saldırılarını yeniden başlatması, terör ve güvenlik meselelerinin ülkenin çözülmesi gereken acil sorunları listesinin zirvesine oturttu. Böylece, AKP hükümetinin uygulamaları, milli güvenlik adına eyleyen bir aktörün elinden çıktığı için kamusal tartışmaya kapandı ve hikmet-i hükûmet anlayışı hızla hâkim oldu.
Ancak hükümete verilen yetkilerin ilanihaye devam ettirilemeyeceği, yakın ve sıcak güvenlik tehditlerinin sürekli olarak diri tutulamayacağı için bu teyakkuz psikolojisi bir vesayetten çok ancak ara dönem yaratabilirdi. Bu ara dönemin kurumsallaşması, yani vesayetin kuruluşu, Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı başkanlık sistemi çağrısı ile başladı. Uzun yıllardır, Tayyip Erdoğan’ın arzulamasına rağmen bir türlü başaramadığı Türk usûlü başkanlık sistemi, Devlet Bahçeli tarafından altın tepside sunuldu ve vesayetin ilk adımı atıldı. Bu hamlesiyle Bahçeli, Erdoğan ile olan ilişkisini sağlamlaştırdı ve başkan seçilmenin şartı olan %50+1 sınırını geçebilmesini kendisine bağımlı kıldı. Bunun karşılığında Devlet Bahçeli hiçbir siyasi pazarlık içerisine girmiyor, kabinede koltuk talep etmiyor adeta siyasetin dünyevi hırslarından arınmış bir izlenim veriyordu. Birçok vatandaş Bahçeli’nin niçin bu denli cömert davrandığını anlayamazken o, Erdoğan’ın menfaatine hizmet eden öneriler sunmanın ve hükümeti hemen hemen her konuda desteklemenin basit bir siyasi kazanım hesabı olmadığını, bir memleket meselesi olduğunu ısrarla vurguluyordu. Ne var ki, Bahçeli’nin bu politikası onun idealizminin değil pragmatizminin sonucuydu. Reddettiği dünyevi basitlikler, onu siyaseten dünyevi makamların en tepesine taşıdı. Başkanlık sistemini bir milli güvenlik mecburiyeti olduğunu savunan ve bu sayede Erdoğan ile ilişkilerini geliştirmeyi beceren Bahçeli, ilerleyen dönemde milli güvenliğin sınırlarını belirleyen aktör olma mertebesine de erişti. Bu mertebe, Erdoğan’ın eylemlerini milli güvenlik adına meşrulaştırmasına ve Erdoğan’ın rakiplerini milli güvenliğe yönelmiş tehditler olarak tanımlamasına izin veriyordu. Böylece Bahçeli, bir dönem Milli Güvenlik Kurulu’nun bulunduğu konumu sahiplendi ve bunu, Erdoğan’ın gönlünden geçen tek adam rejimine geçişin bir milli güvenlik meselesi olduğunu iddia ederek başardı.
Tek adam rejiminin milli güvenlik söylemi sayesinde kurulması, haliyle sistemdeki bütün siyasi partiler için bir kabusa dönüştü. Artık hükümetin, sadece Fetullahçılar ve PKK ile mücadelede değil, hayatın çeşitli alanlarında izlediği bütün politikalar bir millî güvenlik zırhına sarılmaya başlandı. Mesela, ekonomik alanda başarısız olan hükümeti eleştirmek Türkiye’nin yükselişinden tedirgin olduğu için finansal operasyonlarla Türkiye’ye diz çöktürmek isteyen yabancı devletlerin maşası olmak anlamına geliyordu. Hak ve özgürlüklerden bahsetmek terör örgütlerine hizmet, üniversitelere yapılan rektör atamalarını eleştirenler küresel bir komplonun yerli işbirlikçileri olarak yaftalanıyordu. Bu muhalefet partilerinin siyaset yapma alanını sınırlandırdığı gibi, iktidardaki partilerin de seçimleri kazanmak için politika yapma, yaratıcı çözümler önerme ve etkili siyasal iletişim kampanyaları yapmalarını da gereksiz kıldı. Mesela, AKP’nin 2018 seçimleriyle birlikte parlamentoya taşıdığı milletvekili profili oldukça zayıfladı. Bu isimlerin yaptıkları gaflar, toplumun gündeminden uzak konuşmalar ve kendilerini sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duydukları sınırsız sadakat ile var edebilmeleri, başkanlık sisteminin hükümet partilerinin özerkliğini ve kurumsallığını nasıl tezyif ettiğini göstermek için yeterlidir.
Ne var ki, terör ve güvenlik konuları gündemden düştükçe, başkanlık sisteminin yönetim kapasitesi üzerindeki olumsuz etkileri ekonomiden eğitime, dış politikadan sağlığa kadar birçok alanda kendini gösterdi. Bu tip kriz durumlarında, vesayetin bir diğer aktörünün devreye girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Başkanlık sistemi ile birlikte, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bürokratik sistemin tartışmasız en öne çıkan kurumu oldu. Kurum, aslında bir akademisyen olan Fahrettin Altun yönetimine bırakıldı ve Altun, iktidar ile bilgi arasındaki ilişkiyi, aynı anda hem post-modernizm literatüründen hem de siyasi gerçekçilikten esinlenerek yorumladı. Diğer bir ifadeyle hem Edward Said hem Machiavelli onun stratejisinde aynı anda var oldu. Altun bir yandan, bilginin objektif olamayacağını ve mutlaka iktidar ilişkilerini yansıttığını iddia etti. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı hakkındaki eleştirel yazı ve haberler aslında hakikate ulaşma amacı taşımıyor, alternatif iktidar odaklarının siyasi hedeflerine ulaşmasına yardım ediyordu. Altun tartışmayı bu noktada bırakmadı ve hızlı bir şekilde Machiavelli’ye geçiş yaptı. Buna göre; eğer medyadaki, sivil toplumdaki ve akademideki alternatif görüşler, bir hakikat arayışından çok siyasi bir ajandaya hizmet ediyorsa, bunu Cumhurbaşkanı hakkındaki bilgileri üreterek yapmakta, yani Cumhurbaşkanı’nın gerçekliğini tahrif etmektedirler. İletişim Başkanı’nın görevi ise, Cumhurbaşkanı hakkındaki bilginin eksiksiz bir şekilde halka ulaşmasını sağlamak olduğundan, alternatif seslerin susturulması bir baskıdan çok gerçeğin doğru anlaşılması için atılan mecburi bir adımdır. Altun’un bu yaklaşımı, siyasi iktidar sahibinin, yani Cumhurbaşkanının, elindeki iktidarı bilgi üretmek için kullanmadığını iddia edecek kadar tutarsız değildir. Bunun yerine, iktidarlar arası bir hiyerarşi kurar ve bilgi üretme hakkını en güçlüye, güç hiyerarşisinin en tepesindeki aktöre verir. Bilgiyi üretmek onun hakkıdır ve bunu yaparken, daha güçsüz iktidar odaklarının bilgi üretme teşebbüslerini askıya almak bu hakkın doğal bir sonucudur.
Bu anlayış, kaçınılmaz olarak siyasi iktidarın bilginin üretimi ve yayılması üzerinde mutlak bir egemenlik sahibi olmasını gerektirir. Hakikatin ne olduğundan ziyade hakikat iddiasının neye hizmet ettiği önemli olandır. Dolayısıyla, iktidarı tehdit edebilecek bir hakikat aslında yoktur çünkü hakikat denen şey aslında hiç var olmamıştır. Gücün kendisinden başka bir gerçek yoktur ve gerçek, güce ram olmak zorundadır. Bu uğurda; medya, sivil toplum ve akademi kontrol altına alınır ve vatandaşın maruz kalacağı bilgi bir süzgeçten geçer. Bu süzgeçten arta kalanlar, neredeyse tamamı hükümet kontrolünde olan yayın organları tarafından hızla yayılır. Böylece, Cumhurbaşkanı’nın yönetim konusunda gösterdiği hiçbir zafiyet kamusal tartışmanın bir konusu haline gelemez. Vatandaşlar bir illüzyon içerisinde tutulur ve onlara Cumhurbaşkanı hakkındaki bilgiler tam ve eksiksiz olarak ulaştırılır. Böylece vatandaş iktidara olan sevgisini giderek artan bir radikallikle muhafaza eder. Zira, İletişim Başkanlığı’nın ortaya koyduğu anlayış, hiçbir ekonomik problemin, insan hakları ihlallerinin, eğitim sistemindeki aksaklıkların, dış politikadaki hezimetlerin vatandaş tarafından algılanmaması üzerine kuruludur. Bununla birlikte, muhalif aktörler de bu medya gücü sayesinde keyfi bir şekilde tanımlanır, kimliklendirilir ve vatandaşa sunulur. Böylece, vesayetin popüler halk desteği muhafaza edilir.
Bütün bu çabalara rağmen iktisadi vaziyetin kötüye gitmesi kurulan vesayetin en zayıf noktası oldu. Benimsenen güvenlikçi dil, halkı mobilize etmek için formüle edilen lümpen milliyetçilik, kendi kişiliğini ispat etmek için sürekli etrafındakilerle tartışan ergenlik çağındaki bir insanı andıran dış politika ve iktisadi rasyonaliteden yoksun bir ekonomi yönetimi, Türkiye’yi son 5 senede ciddi biçimde fakirleştirdi. Türk lirası hızla değer kaybetti, yabancı yatırımlar durdu, işsizlik arttı, enflasyon yükseldi ve milli gelir düştü. Bunlar, vesayeti ayakta tutan güvenlikçi yaklaşımın Türkiye’yi akılcı bir politika izlemekten alıkoyması sonucunda oldu. Batı ülkeleriyle yaşanan bitmek tükenmek bilmeyen krizler, Türkiye’nin öngörülemez ve riskli bir ülke olarak tanımlanmasını beraberinde getirdi. Böylece, ülkenin finansman ihtiyacını karşılaması gitgide zorlaştı. Bu noktada, Vatan Partisi devreye girdi ve vesayetin hem diplomatik izolasyonunu hem de ekonomik sıkıntılarını Avrasya’nın önde gelen iki aktörü Rusya ve Çin vasıtasıyla çözmesine yardım etti. Bu rolü sayesinde, Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek, aldığı oyun fersah fersah üzerinde bir etkiye sahip oldu. Böylece vesayet kendisini devam ettirirken Rusya ve Çin gibi aktörlerin dış desteğine yaslanabildi.
-4-
Bu resim bize; milli güvenlik, tek adam rejimi, medya üzerinde kontrol ve Avrasya devletleriyle yakın ilişkiler gibi kavramlara değerek açıklayabildiğimiz bir vesayet mekanizması olduğunu söylüyor. Üstelik bu vesayet mekanizması, demokrasiyi belirli sınırlar içerisinde tutmayı ve toplumsal ilerlemeyi hedef almıyor. Tam aksine, siyaset kurumunu olabildiğince anlamsızlaştırıyor ve toplumun desteğini muhafaza edebilmek için kendi seçmen tabanını radikalleştiriyor ve farklı kutuplaşmayı derinleştiriyor. Yani toplumu ve bürokratik kurumları geliştirmek bir yana onları olabildiğince işlevsiz kılmayı amaçlıyor.
Önceki vesayetin kendisini nasıl meşrulaştırdığından yukarıda bahsettik. Bu yöntemler arasında demokratik bir meşruluk arayışı yoktur. Yani TSK kendisini, soyut ve tepkisi ölçülmemiş bir milletin bağrına bastığı biricik kurum olduğunu düşünmüştür. Kendisini oya sunmamış, bu yüzden oy almak için siyasi bir esneklik göstermemiştir. Bu yüzden, çizdiği ulusal güvenlik çerçevesinin dışında kalan aktörleri sistemin dışına itmiştir ancak makbul sayılan partiler ile olan ilişkisi gündelik siyasetin atmosferi altında şekillenmemiştir. Öte yandan yeni vesayet rejimi oya muhtaçtır. Bir arada kalabilmesi için mutlaka kazanması gerekir. Bu, her bakımdan absürt bir duruma işaret eder çünkü, hem siyasi sistemin meşruluk tanımını yapan hem de diğer siyasi partilerle aynı sistem içerisinde rekabet eden bir vesayet vardır. Milliyetçi Hareket Partisi, bir dönem Milli Güvenlik Kurulu’nun oynadığı rolü oynamakta ve ulusal güvenliğin sınırlarını çizmektedir. Ancak Milli Güvenlik Kurulu’ndan farklı olarak bunu siyasi saiklerle yapar ve kendi muhaliflerini hedef alır. Tayyip Erdoğan, MHP tarafından çizilen güvenlik çerçevesini memnuniyetle karşılar zira kendi siyasi çıkarları için attığı adımlar aniden devletin âli menfaatlerine yapılan büyük bir hizmet gibi görülmektedir. Devlet ile kendini özdeşleştiren bu ittifak muhalifleri kriminalize ederek, onların seçmen ile kuracağı ilişkiyi sürekli olarak taciz ederler ve aslında üstü kapalı olarak seçmene bir mesaj gönderirler. Bu şekilde oy desteğini canlı tutarlar ve varlıklarını günün sonunda bu oy desteği ile meşrulaştırırlar. Vesayetçi demokrasi kavramı bir şekilde demokratik vesayete döner ki, bu aslında literatürde “rekabetçi otoriterlik” diye adlandırılan kavrama oldukça yakınsar.
Bu vesayet rejiminin en büyük kırılganlığı, milli güvenlik adına eylediğini iddia etse de meşruluğunun oya dayanması zorunluluğudur. Zaten vatandaşa oylatılan şey de milli güvenliğin ta kendisidir. Ülkede baş gösteren diğer sorunlar ile ilgilenmeye ve yaratıcı politika önerileri geliştirmeye başladıkları anda vesayet sistemi dağılacaktır. Keza bu tip bir pragmatizm, oyunu güvenlikçiliğin sahasından alır ve siyasetin sahasına taşır. Artık üzerinde konuşulan konular milli güvenliğin bir parçası olmaktan çıkar ve siyasetin konusu olur. Vesayet tabii ki buna yanaşmaz, bunun yerine hayatın her alanını güvenlikleştirmeye gayret eder. Halkın gündelik hayatta yaşadığı problemler artık gizlenemez bir hale gelene veya bir skandal ile gündeme düşene kadar yokmuş gibi davranılır. Bu tip kriz durumlarında ise medya üzerindeki kontrol sayesinde yaşanan kaza az bir hasarla atlatılmaya çalışılır ancak konu siyasetin gündemi haline asla getirilmez, tartışmaya açılmaz. Çünkü bu yapıldığı anda, siyaset alan kazanır vesayet alan kaybeder.
Yine de hayat bazı konuların kamusal tartışmaya girmesini dayatır. İnsanlar işsizlik, hayat pahalılığı, halk sağlığı gibi konuları gündelik hayatlarında bizzat tecrübe ederler. Bu sayede alternatif bir gündem oluşmaya başlar. Toplumun en büyük sıkıntısını ekonomik meselelerin oluşturduğu bir dönemde ulusal güvenlikten veya milli bir beka sorunundan bahsetmek oldukça anlamsızdır. Ama vesayet oluşan gündeme cevap veremez. Bunu aşmak için siyaset yapmaya, milliyetçiliğin lümpen biçimine ara verip aklı selim ile davranmaya, tedbirler almaya ihtiyaç vardır. Ama vesayet bunu yapamaz. Yapamadıkça popülaritesi düşer ve önce vesayetin aktörleri arasındaki ilişki sarsılır, ardından da çöküş süreci başlar. Yeter ki siyaset yapmaya hevesli olanlar, yani muhalifler, vesayetin kurguladığı gündemler ile meşgul olmasınlar, vesayetin temposuna ayak uydurmaya çalışmasınlar ve toplumun organik gündemlerini takip edebilsinler.
submitted by reaskyper to svihs [link] [comments]

Safsata Nedir ? 1. Bölüm

Evet kgb halkı sosyal medyada Türk insanının tartışırken birçok hata yaptığını ve bu hataları karşı taraf fark edemediği için susup kaldığı birçok tartışma görüyorum. Ben de bunu azaltıp ülkemizi muasır medeniyetler seviyesine ulaştırabilmek için yeni bir seri başlatıyorum. Bu seri boyunca tartışma sırasındaki yapılan mantık hatalarını gösterip hem sizin yapmanızı engelleyeceğim hem de karşı taraf size yaptığı zaman farkına varıp müdahale edebileceksiniz.Seriye başlamadan önce anlaşılmayan birkaç kelimeden bahsetmek istiyorum... Argüman: Tartışmada kendi tezini kanıtlamaya yönelik her türlü söz. Karşı argüman: Argümanı geçersiz kılmak için söylenen argümanlar.
Safsata nedir? Tartışmalarda çok kolay gözden kaçabilen içinizden bu çok saçma desenizde neden saçma olduğunu açıklayamadığınız mantığı bozan argümanlardır. Birçok türü vardır ve fark etmesi zordur. Birçoğu yüzünden tartışmada ne kadar haklı olsanızda safsata yaptığını bilmediğiniz için susup kalırsınız. Size çok basit anlaşılması kolay bir safsata örneği vereyim:
Ahmet:"Bu yıl ekonomi çok kötü gidiyor hiçbir şeye para yetiştiremiyorum." Ali: "Ahmet sen ekonomist misin ne anlarsın ekonomiden devlet büyüklerimiz ekonominin iyiye gittiğini söylüyor."
Burdaki tartışmada alinin hatası kolayca gözüküyor. İlk safsatası kişiliğe saldırı (ad hominem). Ahmetin ekonomist ünvanına sahip olmadığı için ekonomiden anlayamaycağını iddia ediyor ancak hepimizin bildiği gibi ekonomist olmaması ahmetin iddiasını geçersiz kılmaz. Alinin ikinci safsatası ise otoriteye başvurma safsatası. Devlet büyüklerinin ekonominin iyi olduğunu söylemesi ahmetin argümanını geçersiz kılmaz sadece devlet büyüklerinin ekonomi üzerine fikirlerini belirtir. Göründüğü üzere ali ahmetin argümanına tek bir karşı argüman bile sunamamıştır. Ancak bunlar saptanması en kolay safsata çeşitlerinden şimdiki konuşmada anlamanız oldukça zor.
"Kapitalizm emeğin sömürüsüne neden oluyor. Komünizm ise diktatörlüklere... Dolayısıyla her ikisinin karışımı olan orta bir noktada, yani merkezde buluşmak en iyisi." (Evrim Ağacı mantık safsataları örneği )
Bunda ne var diyebilirsiniz o yüzden biraz daha düşünün. Burda yapılan hataya orta yol safsatası deniyor. Elbette merkez siyaset en iyi sistem olabilir ancak bunu iki uç siyaset türünün sorunlarının olmasına bağlamanız hatalı olacaktır. Kapitalizmde sorunların olması ve onun tam tersi komünizmde de hataların olması ikisinin ortasının çok iyi olacağını göstermez . Görüldüğü üzere orta yol anlaşılması oldukça zor bir safsatadır. Ancak serinin sonunda hepsini öğreneceksiniz . Sıradaki bölümde en çok yapılan kişiliğe saldırı safsatasını ayrıntılı bir şekilde açıklayacağım. Görüşmek üzere...
submitted by Trigo35 to KGBTR [link] [comments]

Vebayı Camus'nün felsefesiyle alt etmek

YİĞİT BENER
Albert Camus’nün Veba’sı, hem salgınla mücadeleyi hem de alegorik olarak faşizme karşı direnişi odağına alan çok katmanlı bir roman: Farklı bir gözle yeniden okunmayı denemeli…
Corona günlerinde tüm dünyada en çok okunan ve yorumlanan kitaplardan biri kuşkusuz Albert Camus’nün 1947 tarihinde yayımlanan romanı Veba.
Türkçede ilk kez geçtiğimiz Nisan ayında Artı Gerçek’te yayımlanan ve Camus’nün muhtemelen 1941’de – yani Veba’nın yayımlanmasından altı yıl önce- yazdığı Vebayla Boğuşan Hekimlere Tavsiyeler adlı metin, Veba’nın yeniden okunmasına zenginlik katacak birkaç kilit cümle içeriyor.
Bunlardan ilki, böyle bir dönemde kimsenin paçayı sıyıramayacağını, fildişi kulesine çekilemeyeceğini vurgulayan bir uyarı: “Vebanın hüküm sürdüğü bir ülkede hiç kimse hastalık bulaşmış bir nesneye dokunmadan edemez.”
Asıl püf noktası ise, ölümle baş etmenin önemi vurgulayan paragrafın ardından gelen şu cümle: “Size bir felsefe lazım.”
Başka bir deyişle, Camus bu mücadelede tıbbi bilginin, ilaçların, hekimlerin gayretinin tek başına yeterli olmayacağını düşünerek bir genel çerçeve, bir “mücadele felsefesi” öneriyor ve bu felsefenin ana hatlarını şu cümlelerde özetliyor:
“Her şeyden önce, asla korkmamalısınız. (…) Netice itibariyle korku insanı hastalığın etkisine açık hale getirir.” “Bu hastalığa veba adı verildiğinden bu yana hep olduğu üzere insanların sinek gibi ölmelerine asla, ama asla alışmamalısınız”. “Diğerlerini tedavi etmeyi reddedenlerin yapayalnız, kendini feda edenlerin ise topluca öldüğü; doyumun doğal sonucuna eremediği; liyakatin düzeninin bozulduğu; mezarlıkların dibinde dans edilen; hastalık bulaştırmamak için sevgilinizi kendinizden uzaklaştırdığınız; cinayet suçunun asla cani tarafından üstlenilmediği ve bir korku anının şaşkınlığında tayin ettiğimiz günah keçisi bir hayvana yüklendiği bu korkunç kargaşaya yönelik isyanınız asla dinmeyecek”. “En kadim ayinler kadar köhne olan dinin hizmetine girmeyeceksiniz. (…) Velev ki o din bize gökten inmiş olsun, o zaman da göğün adil davranmadığını söyleriz.” “Gün gelecek, herkesin korkusunun ve acısının sizde uyandırdığı tiksintiyi haykırmak isteyeceksiniz. İşte o gün, benim size önerebileceğim çareler de tükenmiş olacak…”
Yazarın birçok söyleşisinde açıkça belirttiği gibi, Veba dar anlamda salgınla mücadeleyi ele alan bir roman değil, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı dönemine denk düşen yazım sürecine damgasını vuran faşizme karşı direnişin bir alegorisi. (dolayısıyla faşizme karşı mücadelede de militan gücün, eylemlerin, silahların yetmeyeceğini, bir felsefe gerektiğini düşünüyor)
Veba’nın güncelliğinin katmerli olmasını sağlayan, romanın bu çoğul katmanlı yapısı olsa gerek.
Bu da bize Veba’yı iki ayrı ana eksende ele almaya götürüyor. İlki, romanın hemen tüm salgın/afet/savaş/toplu felaket anlatılarına ortak olan yönleriyle, ikincisi Camus’nün özgün katkısı olan felsefesi ışığında. Bu ikinci eksende bundan belki bir ölçüde bağımsız olarak yine Camus’ye özgü yan açılımlara ayrıca değinebiliriz.
Camus, romanın “bireysel anlatı”yla “kolektif anlatı” şeklinde ayrıştırabileceğimiz ikili bir anlatım tekniğine sahip olduğunu açıklıyor bir söyleşisinde.
Bunun da roman içindeki beş ayrı bölüme denk düştüğünü belirtiyor: hastalık öncesi bireysel yaşam (bireysel anlatı); ilk hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasıyla bireyle toplumsalın yollarının kesişmesi (bireysel ve kolektif anlatı); hastalık sürece tam hâkim olduğu andan itibaren her şeyin iç içe geçip bir “alaşıma” dönüşmesi (salt kolektif anlatı); hastalığın gerilemesiyle bireyle toplumsalın yeniden ayrışmaya başlaması (bireysel ve kolektif anlatı); sonrasında yeniden bireyselin öne çıkması (bireysel anlatı).
YAS SÜRECİ
Bir farklı yaklaşım, romanı, salgının kesinleşmesi ve kentin karantinaya alınmasıyla başlayan bir yas sürecinin (yani olağan yaşamın sona ermesinin yasının) aşamalarına koşut olarak ele almak olabilir.
Aslında Covid salgını dahil birçok toplumsal felakette ve bunları konu alan roman ve filmlerde bu aşamaların (inkâr, öfke, pazarlık, çöküntü, kabullenme) izini sürmek mümkün.
Şok / İnkâr / İnanamamak
“Vebalar da savaşlar da insanı hazırlıksız yakalarlar.”
Yazar, salgınla savaşlar arasında bir benzetmeye giderek, kendi başına gelmedikçe insanların felaketlerin gerçekten mümkün olduğuna inanmakta güçlük çektiklerini vurguluyor:
“Bundan böyle yurttaşlarımız bir şeyin farkına varıyorlardı: küçük kentimizin farelerin güneşte ölmesi ve kapıcıların tuhaf hastalıklardan yaşamlarını yitirmesi için belirlenmiş bir yer olabileceği asla düşünmemişlerdi”. (…) “Bir savaş patladığında insanlar, ‘Uzun sürmez bu, çok aptalca’ derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir.”
Bu aşamada insanlar ne kadar kırılgan olduklarını idrak ediyorlar. Tıpkı kentin kapıları kapanınca, uzun süreli bir ayrılığa hazır olmayan eşlerin, sevgililerin, aile fertlerinin bir anda -vedalaşma fırsatı dahi bulamadan- ayrı düşmeleri örneğinde olduğu gibi.
Öfke
Hastalık gerçeği artık inkâr edilemez şekilde kendini dayattığında, şaşkınlık ve inkâr yerini öfkeye ve bu öfkenin yönelebileceği bir sorumlu arayışına bırakıyor: Hastalığın ortaya çıkmasına neden olan bir günah keçisi ve/veya bu süreci iyi yönetemediği için yaşanan sıkıntılara yol açmakla suçlanacak idari bir sorumlu.
Romanda bunun tipik örneği, apartmanda fare ölülerinin çoğalmasına karşın inatla “bizde fare yok, dışarıdan birileri getirmiş besbelli” diyen kapıcının yaklaşımıdır.
Zaten salgınlarda “olağan suçlu” konumundaki belirli azınlıkların (örneğin Yahudilerin, Çingenelerin, “cadıların”, vb) ya da kırılgan başka toplumsal kesimlerin hastalığın yaygınlaşmasından sorumlu tutulması ve nefret nesnesine dönüşmesi sık rastlanan bir olgu değil midir? AİDS salgınında eşcinseller, Sars salgınında topluca katledilen Misk kedileri, Covid salgınında da “olur olmaz şeyler yeme alışkanlıkları nedeniyle” Çinliler…
Camus bu tür durumlarda söylentilerin, kehanetlerin ve komplo teorilerinin çok rağbet gördüklerini hatırlatıyor, tüm kehanetlerin ortak yönünün rahatlatıcı özellikleri olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bir tek veba rahatlatıcı değildi!” Bu batıl inançların din yerine geçtiğini de ayrıca vurguluyor.
Günümüzde sosyal medya bu söylentilerin katmerli olarak ve daha hızlı yayılmasına da hizmet ediyor. Ancak geçmişte kulaktan kulağa yayılarak koca bir kenti bir anda yangın yerine çevirme potansiyelini taşıyan söylentilerin yarattığı tehlikeli durumdan farklı olarak, sosyal medyada kontrol ve denge mekanizmaları da var: Bu tür süreçlerde Teyit gibi sanal yayın organlarının ve onun bir türevi olan Covid-19 Postası’nın sağduyu katkılarının değeri gerçekten paha biçilmez.
Pazarlık
Romanda çeşitli örnekleri verilen üç tarz davranış ön planda: Alınan sert önlemlerin yumuşatılmasını talep edenler, en azından başkaları için değilse de “kendileri” için böyle bir talebi öne sürenler; hastalığın gerçek boyutlarını sorgulayanlar, örneğin ölü sayısının “abartıldığı kadar” çok olup olmadığını tartışmaya açanlar, bunun neye denk düştüğüne kuşkuyla bakanlar; bir de romandaki gazeteci Rambert gibi bireysel çözüm arayışına girerek kuralların dışına çıkmaya, kaçmaya çalışanlar.
Çöküntü / Acı / Hüzün
Camus, insanların belli bir aşamadan sonra manevi bir çöküntüye girdiklerini ve “veba düzlemine” geçtiklerini anlatıyor romanında. Vebanın düzlemi “vasat, monoton, renksiz bir yinelemeden” ibaret olduğu için insanların da sıradanlaştıklarını aktarıyor: “Kimsede yüce duygular kalmamıştı” saptamasını yapıyor.
Ayrıca herkesin kendi içine kapandığını, birbirlerinin duygularını anlamaz hale geldiklerini ve kimsenin kimseye yararı kalmadığını anımsatıyor.
Ölümün olağanlaşması oranında büyüklük, aşkınlık duygularının da yitirildiğinin, her şeyin basit bir hayatta kalma yarışına döndüğünün altını çiziyor.
Dostlukların, özellikle de aşkların anlamını, değerini yitirdiğini uzun uzun betimliyor. “Aşk var olmak için kendine bir gelecek hayal etmelidir oysa bizde sadece uçucu anlar kalmıştı” diye belirtiyor.
Yazar, vebanın değer yargılarını da sildiğini ekliyor. Kimsenin artık yediğinin, içtiğinin, üst başının kalitesine aldırış etmez hale geldiğini, “her şeyi toptan, olduğu gibi kabul etmeye” başladığını gözlemliyor.
Covid salgınında paradoksal olarak bu süreç örneğin AVM’leri kentin yeni “agorası” haline getiren bir yaşam tarzından AVM’lerin kapalı olduğu bir yaşama geçişte buna pekâlâ alışılabildiğinin saptanmasına, yani kapitalizmin dayattığı tüketim toplumu modelinin insanın gerçek ihtiyaçlarını karşılamaktan ne kadar uzak olduğunun kısmen de olsa sorgulanmasına olanak sağladı. Bunu da sosyal medyanın yaşanan bireysel deneyleri bir ölçüde paylaşama, birlikte yorumlama fırsatı sunmasına bağlayabiliriz ola ki.
Kabullenme
“Yurttaşlarımız yola gelmişti, uyum sağlamışlardı, öyle denir ya, çünkü başka türlü yapacak bir şey yoktu”.
Hastalıkla yaşamak zorunda kalınması gerçeğinin toplum tarafından kabullenildiğini, romanda uzun betimlemelerle aktarılan cenazelerin kaldırılışındaki evrimde izlemek mümkün: Önce sadece yakınların katılımıyla dini törensiz ama mezarlıktan kaldırılan cenazeler, ölü sayısının artmasıyla artık sadece görevlilerin eliyle ve alelacele, özel olarak açılmış kireç dolu çukurlara topluca atılıveriyor ya da yakılıyor.
Cenaze töreni başlı başına yas sürecinin önemli bir unsuru olduğu için aileler, başlarda nispeten daha gelişkin törenleri bile yetersiz bulup isyan ederken, salgın kente iyice çöreklendiğinde artık cesetlerin “tıbbi atık” muamelesi görerek kaşla göz arasında yok edilmesini dahi olağan karşılar hale geliyorlar.
O kadar ki, yazar bu süreci anlatırken kara mizaha bile başvurmaktan çekinmiyor: “(...) Çok iyi bir örgütlenmeydi bu ve vali memnun kaldı. Hatta Rieux’ye bunun eski vebaları anlatan tarih kitaplarında karşılaştığı Zencilerin ölüleri taşıdığı el arabalarından daha iyi bir şey olduğunu söyledi”. Hak veriyor Rieux: “Aynı türden gömme işlemi bu, ama biz fişler hazırlıyoruz. Tartışmasız bir ilerleme var.”
MÜCADELE FELSEFESİ
Toplu felaketin ve bunun insanlar üzerindeki etkilerinin betimlenmesi hem birçok başka yazarın benzer içerikli kitaplarda anlattıklarıyla hem de mevcut pandemi sırasında dünyanın dört bir köşesinde yaşananlarla büyük ölçüde örtüşüyor.
Camus’nün asıl özgün katkısını, hastalıkla mücadele sürecinde roman kişileri (özellikle Dr Rieux, yer yer Tarrou) aracılığıyla ortaya koyduğu genel felsefi yaklaşımda aramak gerek.
Hastalık toplumda zaten var olan sorunları, dengesizlikleri, hastalıklı yapıyı ortaya çıkarıyor; eşitsizlikleri körüklüyor.
Bunu romanın başlarındaki anlatımda, varlıklarından haberdar dahi olunmayan binlerce lağım faresinin birden ve topluca yüzeye çıkmaları alegorisinde ya da romanın değişik bölümlerinde betimlenen toplumsal eşitsizliklerde, karantina döneminde bunların yol açtığı sorunlarda, çatışmalarda görmek mümkün.
“Veba işini görürken çok etkili bir tarafsızlık sergilediği için bir eşitlik duygusuna yol açmalıydı, oysa bencilliklerin doğal işleyişi nedeniyle tam tersine, insanlar adaletsizliği yüreklerinde çok daha keskin biçimde hissediyorlardı.”
İnsanlıktan çıkma riskine karşı uyarı
Yazar, ölümlere ve hastalığa salt istatistiki bir bakışla yaklaşılmasına isyan ediyor ve insanlığından arındırılmış bir ölünün basit bir rakama dönüştüğünü vurguluyor. (“üç, beş, on, yüz terörist etkisiz hale getirildi” ya da “üç, beş, on, yüz şehit verildi” söyleminde olduğu gibi)
Hatta roman kahramanının zihninde, insanları ölüm gerçekliği ile yüzleştirmek için şaşırtıcı bir yöntem bile düşlüyor: “Madem insanlar ölümün gerçek anlamını ancak birinin cesedini gözle görünce anlıyorlar, o zaman bunu gözlerine sokmalı. Beş büyük sinemadan aynı anda çıkacak on bin kişiyi kent meydanında öldürmeli ki toplu cesetleri görünce herkesin kafasına dank etsin! Öyle olunca bu isimsiz yığının gerçek insanlardan oluştuğu, bir yüzleri olduğu anlaşılır…”
Başka bir deyişle, insanların sinek gibi ölmelerine asla alışmamak gerek! Dr. Rieux bu düşünceyi şöyle vurguluyor: “Felakete alışmak, felaketin kendisinden bile beterdir.”
Boyun eğmemek ve dine başkaldırı
Romanın kilit öneme sahip kişilerinden biri de “herkesin saygı duyduğu” papaz Panneloux.
“Becerikli bir hatip” olarak sunulan Panneloux’nun vaazı, yazara dinle hesaplaşma fırsatı veriyor. O andan itibaren salgının ortasında sivrilen iki temel ama zıt karakter olarak ortaya çıkan hekim Rieux ve rahip Panneloux’nun farklı bölümlere dağılan felsefi tartışmaları, bir yönüyle klasik din/ateizm/laiklik sorunsalının iki ayrı düzlemine denk düşüyor.
Daha soyut düzlemdeki tartışmada roman karakteri Rieux’yü (ve aslında belli ki yazar Camus’yü) isyan ettiren en önemli ahlaki mesele, dinin “tanrının yolundan uzaklaşmak” ve “günahkâr” olmakla suçladığı felaketzedeleri başlarına gelenden sorumlu tutuyor olması.
Panneloux’nun romanda tüm bir bölüme yayılan ve kutsal kitaptan, dini efsanelerden referanslarla süslü vaazı, dinci zihin dünyasını neredeyse karikatür düzeyinde ayrıntılarla betimliyor ve bu zihniyeti “Kardeşlerim, felaketin içindesiniz, kardeşlerim bunu hak ettiniz” sözleriyle billurlaştırıyor.
Vaazın içeriği okura zaman zaman “bu kadarı da olmaz” dedirttiği için bu bölümde bir Fransız aydını olan yazarın “laikçi/aydınlanmacı” hezeyanlara kapıldığını düşünmek mümkün. Gel gör ki Covid salgınında medyada rastladığımız benzer içerikleri suçlamalar, örneğin en yetkili dini otoritenin eşcinselleri hastalıkların yayılmasından sorumlu tutması yazarın pek de abartmadığını göstermiyor mu? Herkesi etkileyen toplumsal felâketler karşısında çaresiz kalan insanlarda ilahi adaleti bile sorgulama, hatta kendilerini korumayan Tanrılarına isyan etme eğilimleri belirlediği için, dini otoriteler söylemi sertleştirme ve Tanrının gazabı tehdidiyle korku salarak cemaati yeniden hizaya sokma ihtiyaç duyuyor belli ki.
İşler kötüleştikçe sertleşen bu dini söyleme kendi coğrafyamızda yıllardır maruz kalmıyor muyuz? (1999 Körfez depremi sonrasında sallanan “7.4 yetmedi mi?” pankartını unutmak ne mümkün!) Panneloux’nun sert sözleriyle bizim yöredeki dinci söylemin arasındaki temel fark, bizdeki suçlayıcı cümlenin romandaki kadar kapsayıcı olmayışıdır, yani “kardeşlerim” hitabından yoksun oluşudur. Bizde bu tarz bir dinciliğin sözcüleri aynı içeriği daima ötekileştirerek dile getirmeyi, doğrudan hedef gösteren bir nefret söylemine çevirmeyi tercih ediyorlar. (günahkâr olan daima “öteki”, cemaat dışı)
Bu zihniyet farkının bir başka örneği, romanda masum olduğu varsayılan bir çocuğun ayrıntılı ve sarsıcı bir biçimde betimlenen ölümünün rahip Panneloux’nun bile ilahi adalete inancını derinden sarsmasıdır. Bu anlamda Panneloux karakteri, örneğin Umberto Eco’nun Gül’ün Adı romanında betimlediği engizisyon sözcüsünden oldukça farklı, vicdan sahibi bir din adamı. Bizim coğrafyamızın dinci söylemi engizisyon dönemi söyleminin şiddetine daha yakın duruyor: Bu akımların sözcüleri benzer vakalarda “masum çocukların” ölümünün bile aslında “ebeveynlerinin günahının kefareti” olduğunu savunarak “günahkârları” toptan, aile boyu “cezalandırmaktan” yana tavır almıyorlar mı? Ne de olsa bizim yörelerde kan davaları bireyselden çok kavim ya da aile boyu hesaplaşmalarla yürütülüyor, cadılar teker teker değil topluca yakılıyor, günahkâr semtler, hatta koca kentler toptan yıkılıyor…
Panneloux ise, sonunda kendi de hastalandığında, tutarlı olmak adına hekimden yardım istemeyerek kendini Tanrının merhametine terk etmeyi yeğler… ve ölür.
Tanrıya karşı işlendiği varsayılan suçların faturasının bu kadar gaddarca kesilmesi Dr Rieux’yü “ilahi adalete” ve böylesi bir dini inanca karşı isyan ettirse bile, aslında yazar da insanları başlarına gelenden kısmen sorumlu tutmaktadır: Onun gözünde de adaletten ve akılcılıktan yoksun toplumsal düzen ve onun çıkarcı yönetim biçimi salgının etkilerinin bu derece yıkıcı olmasından doğrudan sorumludur.
Hatta bunun da ötesinde, insanlar kişisel yaşamlarında yaptıkları hatalardan ve birbirlerine karşı işledikleri bireysel suçlardan ötürü de suçlu ve sorumludur. Bunu en net biçimde romanın sonlarına doğru geçmişte kalan militan yaşamındaki hatalarını Dr Rieux’ye itiraf ederek adeta “günah çıkaran” Tarrou karakteri ifade eder: “Ben zaten buraya gelmeden de vebalıydım, insanlara veba bulaştırmamak için onlardan uzak durmaya karar vermiştim”.
Günümüzde de benzer şekilde, bu akıl dışı düzeni yarattığımız (ya da yeterince itiraz etmediğimiz) için hastalığı manevi olarak hak ettiğimize dair suçlayıcı bir söyleme rastlıyoruz. Ayrıca, doğayı tahrip ederek salgından bizzat sorumlu olduğumuzu vurgulayan bir söylem de sıklıkla karşımıza çıkıyor.
Öte yandan, kapitalist düzenin yarattığı çevre felaketleri ve bunların doğa üzerindeki yıkıcı etkileri, bunların da sonunda dönüp insanlara da büyük zararlar verdiği malum. Covid salgınında da bu süreci izlemek mümkün. Öte yandan, insanlar doğaya bu kapsamda zarar vermeden binlerce yıl önce de canlıları etkileyen ölümcül salgınlar yok muydu?
Doğanın düzeni bozulduğunda bunun dar anlamda biyolojik ve maddi açıdan fiili sonuçlarının olacağını belirtmek gerek elbette. Ancak bunun bir adım ötesinde geçerek doğanın bizleri “cezalandırdığını” iddia etmek ne derece mümkün? Doğa manevi bir düşünce yapısına, vicdani bir güdüye, yani “insanları yanlış davranışlarından ötürü cezalandırma” amacına sahip olabilir mi gerçekten? Böyle düşünürsek, Doğayı Tanrı düşüncesine ikame etmiş, yani bu sefer de “doğa temelli” yeni bir mistisizm üretmiş olmaz mıyız?
Romandaki dinle hesaplaşmanın daha ikna edici boyutu, soyut tartışmalardan çok, işin asıl pratik/pragmatik düzleminde ortaya çıkıyor. Camus’nün her şeyin Tanrı’nın iradesi olduğunu ve buna karşı çıkılamayacağını kabullenmeyi reddetmesinin daha temel ve pragmatik nedeni, böyle bir ön-kabulün salgınla mücadeleyi imkânsız hale getirmesi endişesidir.
Bu yaklaşımın şu cümlede billurlaştığını söyleyebiliriz: “Dr Rieux eğer mutlak güçte bir Tanrı’ya inansaydı, insanları iyileştirmeyi sürdürmez, bu görevi ona bırakırdı”.
Oysa Rieux bir hekimdir ve onun işi, görevi, her koşulda mesleğini yapmaktır. Onun, “mücadele etmekten başka seçeneği” yoktur. Camus için bu hem bireysel, varoluşsal bir tercihtir hem de ölüme teslim olmak dışındaki tek seçenektir.
Başka bir deyişle, “Tanrının var olup olmamasının” ve bu ilahi düzenin gerçekten “adaletli olup olmamasının” ya da “insanların başlarına gelen felaketi hak edip etmemelerinin” çok ötesinde, asıl mesele şudur: Salgınla, toplumsal felaketlerle, savaşla karşılaştığınızda, işi Tanrı’ya havale ederek duayla yetinmek, insanları yok edecek olan bu afete teslim olmakla eşdeğerdir.
Mücadeleden başka çare yok!
Dolayısıyla Camus’nün mücadele felsefesi bir yönüyle çok sadedir: “O sıralar kentimizde türeyen birçok yeni ahlakçı hiçbir şeyin işe yaramayacağını ve diz çökmek gerektiğini söylüyorlardı. Oysa şu ya da bu biçimde savaşmak ve diz çökmemek gerekiyordu. Tüm sorun ölü sayısını olabildiğince aza indirmek ve ayrılıkların sonsuza dek sürmesini engellemekti. Bunun için de tek bir yol vardı, vebayla savaşmak. Bu gerçek hoşa giden bir şey değildi, yalnızca tutarlıydı. Bununla birlikte getirdiği sefalet ve acıyı düşünürsek, vebaya boyun eğmek için deli, kör ya da korkak olmak gerekir”.
Sıradan insanların mücadelesi / işini yapmak / kahramana gerek yok
Camus’ye göre bu mücadele süper kahramanların, büyük şeflerin, dahi önderlerin, ulu kurtarıcıların değil, sıradan insanların işidir: “Anlatıcı yalnızca mantık çerçevesinde önemli gördüğü bir kahramanlığı ve iyi niyeti güzel sözlerle yüceltmeyecek”.
Nitekim Dr Rieux: “Tüm bunlarda kahramanlık diye bir şey söz konusu değil. Dürüstlük söz konusu. Bu gülünç gelebilecek bir düşünce, ama vebayla savaşmanın tek yolu dürüstlük” dediğinde, gazeteci Rambert ona “dürüstlük nedir?” diye sorar. Rieux’nün yanıtı da çok sadedir: “Bunun genelde ne olduğunu bilmiyorum. Ama benim durumumda mesleğimi yapmaktır”.
Zaten salgın tepe noktasına çıktığında sıradan insanlar gönüllü olarak mücadeleye katılırlar. Tarrou başı çeker, rahip Panneloux bile çabaya katkı verir. Başından beri hep kaçıp şehir dışına gitmeye çalışan gazeteci Rambert dahi “insan tek başına mutlu olmaktan da utanabilir” diyerek tam kaçabileceği gün kalmaya ve mücadeleye katılmaya karar verir.
Bunun iyi bir şey olduğunu kabul eden romanın anlatıcısı, “ama öğretmen iki kere ikinin dört ettiğini öğretiyor diye tebrik edilmez. Belki bu mesleği seçti diye tebrik edilir. Biz de Tarrou ve ötekilerinin, iki kere ikinin başka bir şey değil de dört ettiğini gösterdikleri için saygıya değer olduklarını belirtelim, ancak bu iyi niyetin öğretmenin iyi niyeti, öğretmenin yüreği gibi bir yürek taşıyan ve insanlık onuru uğruna sanılandan daha kalabalık gruplar halinde bir araya gelebilecek kişilerin iyi niyeti arasında ortak bir şey olduğunu da belirtelim; en azından anlatıcının inancı böyle”.
Anlatıcı zaten roman içinde aktardığı onca soruna, tanık olunan onca kötülüğe karşın, iyi insan sayısının kötülerden çok daha fazla olduğunu sürekli vurgular: “İnsanların çoğu kötü değil, iyiler daha çok…”
Anlatıcının -aslında yazarın- bu konudaki ısrarı çok temel bir ayrışmaya denk düşüyor aslında: Camus olağandışı meziyetlere sahip “ulu kurtarıcılara” tapınmaktan yana değildir; o nedenle sıradan insanların, milyonların mücadeleye verdikleri belirleyici ama “olağan” katkıların altını çizmeyi yeğler.
Oysa Nazilerin yenilgiye uğratılmasının ardından savaş sonrası yeni iktidarların belirleneceği bu geçiş dönemi, savaş galibi çeşitli siyasi güçler arasındaki güç paylaşımı ve iktidar savaşları dönemidir aynı zamanda. Güç devşirmenin bir yolu da savaş sırasındaki kahramanlık anlatılarının sunacağı meşruiyeti ve prestiji sömürmektir. Bir yandan De Gaulle mitleştirilirken, komünistler de “halkların babası” Stalin’i kahramanlaştırma çabasındadır.
Camus ise, örneğin ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarını mahkûm eden nadir Batılı aydınlardan biridir. O bu eylemde “savaşı resmen sona erdiren” bir zafer değil, yüz binlerce insanı katleden bir barbarlık ve “insanlığı intiharını” görür.
Aynı şekilde Camus, sadece Nazilerin toplama kamplarını değil, Sovyetler Birliğindeki toplama kamplarını ve totaliter uygulamaları da mahkûm etmekten yanadır. Buna karşılık örneğin Sartre’ın başını çektiği aydınlar ise, yüceltilen Stalin’in yönetime, onun güdümündeki komünist partilere eleştirellikten arınmış bir destek vermekten yanadır.
YAN UNSURLAR
Ölüm cezası
Romanın sonlarına doğru, romandaki kilit kişilerden biri olan Tarrou, geçmiş yaşamıyla ilgili ayrıntıları Dr Rieux’ye anlatırken babasının savcı olduğuna da değinerek ölüm cezası karşıtı ayrıntılı savlar öne sürer.
Sanki romanın genel akışından kopukmuş izlenimi verebilen bu uzun ölüm cezası tartışmasını, “felsefi düzeyde ölüm kavramıyla hesaplaşan” bir romanda yer almasını çok da yadırgamamak gerek aslında.
Öte yandan, eğer romanın aynı zamanda bir faşizme karşı direniş alegorisi olduğunu düşünürsek, ölüm cezası konusunda savaş sonrası Fransa’da antifaşistler arası yaşanan tartışmalarla bağlantı kurmak da mümkündür.
Aydınların önemli bir kısmı bu dönemde “intikamcı” bir yaklaşım sergilemeyi yeğlemiştir. Bunun doğal bir uzantısı da “işbirlikçilerin” ve “hainlerin” kurşuna dizilmesidir.
Örneğin Sartre, hem savaş öncesinde hem de hatta savaş yılları sırasında bile saygısını ve hayranlığını eksik etmediği Céline’in “Almanlardan para aldığı için ırkçı görüşler savunduğunu” ileri süren bir makale yazar. Eğer o sıralar sürgünde olmasaydı, tek başına bu bile Céline’in de kuruşuna dizilmesi sonucunu doğurabilirdi.
Camus ise, ölüm cezasına çarptırılan ve Céline gibi ırkçı görüşlere sahip bir edebiyatçı olan Brasilliach’ın cezasının infaz edilmesini önlemeye çalışır, De Gaulle’e bu yönde bir mektup da yazar, ama başarısız olur.
Sürgün/Hapis
Yazar, karantina döneminde yaşananlarla sürgün ve hapiste yaşananlar arasında koşutluklar kurar: “Vebanın yurttaşlarımıza getirdiği ilk şey, sürgün oldu. O andan itibaren mahpus konuma geçmiştik bir bakıma ve geçmişimize indirgenmiştik. Bazılarımız her ne kadar gelecekte yaşama eğilimine sahip olsalar da bundan hızlıca vazgeçiyorlardı…” (…) “Böylece, tüm tutsakların ve sürgünlerin hiçbir işine yaramayacak bir bellekle yaşaması demek olan o derin acıyı duyuyorlardı. Durmadan düşündükleri o geçmişin de üzüntülü bir özlemden başka tadı yoktu.”
Zamanın akışı
Özellikle de zaman kavramının ele alınışında Veba’yla sürgünü ya da hapsi ele alan başka eserlerin anlatıları arasında bir dizi benzerlik, yakınlık bulmak mümkündür.
Örneğin romanın başlarında hastalığın ortaya çıkış süreci günlük temelde ele alınırken (”ilk fare”, “ilk hasta”, “ilk ölüm”, “karantinada ilk gün”, vb.) bir süre sonra zamanın akışı tamamen bulanıklaşır, hatta zamanın akışını bile hastalığın seyri belirlemeye başlar. Hastalık öncesi dönemi andıran bir zamansal devinim ancak mevsim dönüşlerinde gözlemlenebilir hale gelir.
Bellek
Salgın nedeniyle karantinaya alınmanın doğurduğu en önemli sonuçlarından biri, belleğin giderek bulanıklaşmasıdır. Romanda bu süreçler ayrıntılı olarak ele alınır: “Yaşadıkları şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği elinden alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arkasında yaşamaya mahkûm ettiği kişilere benziyorduk biz de.”
Bu bulanıklaşma sonucu hem kapanma öncesi “normal” hayatın ve o andan beri görülemeyen yakınların yüzleri giderek bellekten silinmeye başlar hem de şimdiki zaman anlamını yitirir ve gelecek tasarımının ortadan kalkmasıyla tüm bir yaşam tarzı uçup gider.
Tanıklık
Yazar işte bu nedenle kendi işlevini de yaşananlara tanıklık etmek olarak belirler: “[Anlatıcı] niçin araya girdiğini açıklamak ve tarafsız tanık üslubunu seçmeye özen göstermesinin anlaşılması istiyor. Ama bunu uygun, ölçülü bir tutumla yapmak istemiştir. Genel olarak gördüklerinden fazlasını anlatmamaya, veba dostlarına, gerçekte sahip olmayacakları düşünceleri yakıştırmamaya ve yalnızca rastlantı ya da kötü talihin kendisine sunduğu metinleri kullanmaya özen göstermiştir”.
Hatta anlatıcı bir aşamada “sanatın sağladığı imkanları da kullanmadığını” belirterek, romanın dilinin ve anlatımının fazla “düz” olduğunu yönünde sonradan yöneltilecek kimi eleştirileri peşinen boşa çıkartmıştır: Yazar Camus’nün bu roman için seçtiği anlatım tarzı ve seçilen dilin sadeliği kasıtlıdır: Anlatıcının [yazarın] derdi kendini öne çıkarmak, kahramanlaştırmak değil, “herkes adına konuşmaktı”.
“Dürüst bir yüreğin kurallarına uygun olarak, isteyerek kurbanın tarafını tutmuş ve insanları, aynı kenti paylaştığı insanları, yalnızca aşk, acı, sürgün gibi ortak inançları çevresinde birleştirmek istemiştir. İşte böylece, tek bir acı yoktur kentlilerce paylaşmasın, ya da tek bir durum yoktur kendisi de sahiplenmesin. (…) Sadık bir tanık olmak için özellikle olayları, belgeleri ve söylentileri aktarmalıydı. Ama kişisel olarak kendi söyleyeceği, kendi bekleyişini, kendi geçirdiği sınavları dile getirmemeliydi”.
Kadınlar
Romana yöneltilebilecek önemli eleştirilerden biri, kadın karakterlerin silikliğidir: Romanda nice kadın vardır ama aslında yoktular… Kadın ya uzaklara gitmiş eştir ya uzaklarda kalmış sevgilidir ya da yanı baştaki sessiz, şefkatli, varlığını pek hissettirmeden hizmet eden annedir, başka bir değişle hiçbiri özne değildir.
Gerçi bu durum hem Camus’nün başka kitaplarında hem de dönemim birçok başka eserinde karşımıza çıktığı için ayrıca ele alınmayı hak etmektedir.
Araplar
Bir diğer önemli eksik özne de Araplardır. Hikâye Cezayir’in Oran kentinde yaşandığı halde romanda tek bir Arap karakter yoktur. Başka bir deyişle Araplar kendi ülkelerinde yan karakter dahi olamayacak kadar siliktir, ki bu da hele bugünden geriye dönüp bakıldığında sömürge gerçeğinin çarpıcı bir dışavurumudur.
Bunu vurgulayan ilginç bir cümle, hastalığa veba tanısı konma aşamasında iki hekim arasındaki bir sohbete yansıyan şu cümledir: “Hem sonra, bir meslektaşın dediği gibi: Olamaz bu, herkes Batı’da bunun ortadan yok olduğunu biliyor”.
Demek ki o dönemde Cezayir birçok Batılı aydın tarafından “Batı”nın bir parçası olarak algılanıyor. Belli ki “Batı” bir coğrafya değil, aslında bir “habitat”: Batılıların yaşadığı her yer “Batı”dır!
Romandaki bu çarpıcı eksiklik, Camus’nün Cezayir doğumlu olması, bir dönem Cezayir Komünist Partisinde militanlık yapması, sömürge sistemine açıkça karşı çıkmış bir aydın olması nedeniyle daha da tuhaftır.
Gerçi Camus birçok çevre tarafından Cezayir’in bağımsızlığını desteklemediği ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi FLN’in sivilleri de hedef alan eylemlerine karşı çıktığı için çok eleştirilmiştir.
Öte yandan, Camus bağımsızlığı desteklememekle birlikte, sömürge sistemine son verilmesinden yana olduğunu her zaman açıkça belirtmiştir. Onun hayalini kurduğu sistem, bağımsızlığa gerek bırakmayacak şekilde eşitlik temelinde federal ya da özerklik türü yeni bir ortaklığa geçilmesiydi.
Camus’nün FLN’in sivilleri de hedef alınmasına karşı çıkması aslında Cezayir’e özgü değildi, daha genel anlamda “hedefe varmak için her yol mubah” anlayışına karşı çıkmasıyla alakalıydı.
Dolayısıyla, yazarın bu siyasi yaklaşımlarının doğruluğu yanlışlığı ayrı mesele, ama Veba’da bir Arap öznenin yer almayışını bu siyasi tartışmalara bağlamak pek doğru olmaz.
SONUÇ
Camus’nün Veba’yı yazarken bir yandan da bugün pandemi sırasında yaşayacaklarımızın bir kısmını neredeyse 80 yıl öncesinden görüp betimlemesi elbette hem onun dehasının hem de edebiyatın gücünün kanıtıdır.
Ancak Camus’nün asıl katkısı, toplumsal felaketlerle mücadele için bu romanda ortaya koyduğu felsefi yaklaşımdır.
Özetleyecek olursak: “İstesen de ‘bana ne’ diyemezsin/isyan edeceksin/ korkmayacaksın/insanların ölmesine razı olmayacaksın/gerekirse tanrıya bile karşı geleceksin/insanlık onuruna sahip çıkarak yılmadan mücadele edeceksin çünkü başka çaren yok/ama kendini de kahraman sanmayacaksın…”
Camus’ye göre edebiyatçıya düşen ise, bunu bir kahramanlık destanına dönüştürmeden mücadeleye tanıklık etmek, onu sonraki kuşaklara aktarmaktır.
Camus’nün bu romanda yaptığı tam da budur, anlatıcısı gibi o da: “Susanların arasında yer almamak, o vebalılardan yana tanıklık etmek, onlara yönelik adaletsizliği ve şiddete ilişkin en azından bir anı bırakmak ve felaketlerin ortasında neler öğrenildiğini, insanların içinde hor görülecek şeylerden çok, hayranlık duyulacak şeylerin bulunduğunu söylemek için burada son bulan anlatıyı kaleme almaya karar verdi.
Çünkü biliyordu ki insanlar kendilerini özgür sansalar da “felaketler oldukça kimse asla özgür olamayacak”; dolayısıyla tıpkı roman karakteri Rieux gibi o da “belki bir gün insanların bir mutsuzluk yaşaması ya da bir şeyler öğrenmesi için vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğinden haberi olmadığını biliyordu”.
İşte bunun için yazılışından onlarca yıl sonra yine ve yeniden okumak gerek Camus’nün romanını. Veba ya da Corona ya da başka kara vebalar, kılık değiştirmiş faşizmler geri gelecek: Hazırlıklı olmak gerek…
https://www.artigercek.com/yazarlayigit-benevebayi-camus-nun-felsefesiyle-alt-etmek
submitted by karanotlar to u/karanotlar [link] [comments]

Featured Snippet Nedir ?Nasıl yapılır?

[caption id="attachment_1565" align="alignnone" width="581"]📷 Featured snippet[/caption]
[toc]

Featured snippet Nedir

Featured snippet ayrıca öne çıkan snippet veya sıfır pozisyonları olarak da bilinir. Bu aynı zamanda sıfır çizgisidir. En basit tanımda, sonuçlar Google'da arama yapan kullanıcılar için arama sonuçlarının üstünde görünür. Özel yazılım içeriğinin özeti yukarıdaki alandaki arama sonuçlarında gösterilir. Öne çıkan snippet'lerle, arama motorları aradıkları cevabı ve bilgileri hızlı bir şekilde bulabilir. Bir kullanıcı Google’da arama yaptığında, arama sonuçlarında en sık görünen snippet, arama sayfasındaki, sayfa bağlantısındaki, başlıktaki ve URL'deki bilgilerin bir özetini içerir.
[caption id="attachment_1564" align="alignnone" width="300"]📷 Featured snippet[/caption]

Featured snippet (Öne çıkan snippet'ler) Neden önemli?

Featured snippet (Öne çıkan snippet'ler)ne işe yarar?

Sonuçlar sayfasının üst kısmındaki ayrı bir alanda Google arama motoru kullanıcı sorgusuna tam olarak yanıt verebilecek içerik belirtilerek oluşturulan seçilen snippet'ler.
Bu sistem Google tarafından ödüllendirilmiş olarak görülebilir. İçeriğin ön planda kalması ve web sitesinin başarısından dolayı uyumlu olması için tanımlanabilir.
Featured Snippet Çalışma Mantığı
Web sitesinin içeriği programlanmıştır. Snippet, sonuçlar sayfasına kullanıcıların dikkatini çekmek için tasarlanmış bir uygulamadır. Kullanıcının arama motorundan sonra sorular yönelttiği belirlenirse, bu soruları cevaplayan sayfalar snippet için geliştirilen programla belirlenir ve web sitesinde belirtilen bölüm "Seçili snippet'ler" alanında görüntülenir.
Google Bot, web sitelerinin sayfalarını tarar. Sistem, açıklayıcı ve etkili içeriğe sahip sayfaları otomatik olarak seçer. Bu süreçte, yanıt alanları kullanıcı deneyimine göre ölçülür. Arama sonuçları ve içerikle çakışan bölümler belirlenir ve alanın üst kısmındaki arama sonuçlarında kullanıcıya gösterilir.
İçerik değerlendirmesi sırasında sisteme herhangi bir müdahale yoktur, ancak şu anda içerikte değişiklik yapma yetkisi yoktur. Bu süreçte tüm yetki Google'a aittir.
Featured Snippets (öne çıkan içerik)Nasıl Yapılır?
Çoğu web sitesi sahibi snippet oluşturma konusunda kapsamlı bilgiye sahip değildir ve teknik ayrıntıları bilmemektedir. Web sitesi sahipleri, belirli anahtar kelimelerden öne çıkan snippet'leri almak için özel çalışmalar yapmalıdır. Bu özel çalışmalara dayanarak, Google hangi içeriğin yer işareti olarak gösterilmesi gerektiğine karar verir.
Öne çıkan bir snippet almak için web sitenizin önce aşağıdaki ölçütleri karşılaması gerekir.
Aramaya sunulan snippet'i dahil etmek için yukarıdaki ölçütleri karşılayan içeriğin mevcut olması gerekir. Bu kriterler karşılanırsa, kullanıcı tarafından talep edilen tüm bilgilerin elde edilebilmesi sağlanmalıdır. Google'ın Yapay Zeka algoritması yakında sizi fark edecek ve yakında web sitenizi "Önerilen Snippet" bölümüne ekleyecektir. Bu nedenle, site 0 konumuna taşınır. Aslında, parça oluşturmak çok kolaydır, ancak sabır gerektirir. Ancak, Google'ın pasaj konusunda çok hassas ve titiz olduğunu bilmelisiniz. En az eksik bilgi veya hata miktarıyla, sizi kesinlikle 0. sıraya koymaz.

Featured Snippet Oluşturma Kriterleri Nasıl Yerine Getirilir?

Karışık cümleleri ve sonsuz paragrafları bir kenara bırakmak ve basit yazı ile başlamak önemlidir. Yalnızca yazarsanız, açıklayıcı bir metin gereklidir, bu nedenle metin açık ve basit olmalıdır. Bu, makalenizi okuyan ziyaretçiye istedikleri bilgileri ve doymuş bilgileri verir. Ziyaretçilere daha fazla güven ve takdir kazandıklarını hissettiren bir web sitesi ve içerik. Zengin içerik her zaman diğer normal içeriklerden daha fazla ziyaretçi çeker.
Google bunu biliyorsa, en doğru bilgileri sağladığını düşünecektir. Google'ın kesinlikle fark edeceğini unutmayın. Ayrıca, zengin içerik ziyaretçilerin web sitenizde geçirdiği süreyi uzatır. Unutulmaması gereken Google, bu zamanı bile dikkate alıyor.
Uzun paragraflar yazmaktan kaçınmalıyım çünkü zengin içerik yazacağım. Makaleleriniz okunaklı olmalıdır. Basit, kısa ve açıklayıcı yazmanın yanı sıra paragraflar da kısa olmalıdır.
Okunabilecek maksimum kelime sayısı paragraf başına 150 kelimedir. 150 kelimeden fazla paragraflar, makalelerinizi okuyan ziyaretçileri ayarlar ve yorurur. Google'ın önerilen snippet'lere ne kadar içerik ekleyeceğini tahmin etmek çok zordur. Kısaca yazmak önemlidir.
Google, içeriğinin tamamını snippet'lere eklemez. Google'ın yapay zeka robotları en uygun bölümü alıp parçacıklara yönlendirir. Son olarak, HTML etiketi hiçbir zaman sitede kullanılmamalıdır. Bu HTML etiketi Google snippet özelliğini devre dışı bırakır.

Featured Snippet’ın Faydası Nedir?

Öne çıkan snippet'lerin organik site trafiği üzerindeki etkisi oldukça tartışmalıdır. Bu şekilde, doğrudan organik aramadan gelen bilgiler kullanıcılara gösterilir. Yani en büyük tehlike, site trafiğinin artmasıdır. Kullanıcı aradığı veya Snippet üzerinden ulaşmaya çalıştığı bilgileri aldığından, web sitesinin diğer sayfalarını aramak veya tıklamak gerekli olmayabilir.
Diğerleri, arama sonuçları sık ve çoğunlukla görsel olduğu için öne çıkan snippet ile ilişkili siteyi daha fazla kullanıcının tıkladığını iddia ediyor.

Featured snippet Türleri

1- Paragraf Snippetler

[caption id="attachment_1566" align="alignnone" width="513"]📷 Paragraf Snippetler[/caption]

2- Liste Türü Snippetler